MAKEDONYA
Başkent: Üsküp
Nüfus: 2.106 milyon (% 67 Makedon, % 23
Arnavut, % 4 Türk, % 2 Sırlar ve % 4 diğerleri)
Yüzölçümü: 25.713 km2
Para Birimi: Makedonya Dinarı 1Avro= 61
Dinar
Struga’ya
vardığımızda ben uykunun en derin anındayken birileri beni hem dürter hem de
seslenir bir yandan. Uykudan tam ayrılamamakla birlikte sadece bana
söylenenleri yaparım. Ayakkabılarımı elime alır aceleyle otobüsten iner ve
arkadaşlarımı takip ederim. Ben ayakkabılarımı giymeye çalışırken taksi tutulur.
Gece Struga’da kalmak yerine 15 km uzaklıktaki Ohrid’e geçmeye karar verilir.
Bize yardım etmek için otobüsten inen Abdullah ağabey nerdeyse hareket etmeye
başlayan otobüsü kaçırır. Neyse ki bir süre sonra duran otobüse yetişmeyi
başarır Abdullah ağabey.
İnsan karakter olarak pek
değişememekle birlikte çoğu zaman belli durumlarda da aynı tepkiyi veriyor
kanımca. Küçükken ev gezmelerine çıktığımızda uyuyakalmışsam, işkence gibi
gelirdi uykudan uyandırılıp eve doğru yol almak. O yol uzar da uzar ben yatağa
varıncaya dek. İsterdim ki beni kıvrıldığım yerde bıraksınlar ya da hiç
uyandırmadan sarsmadan usul usul kucaklayarak götürsünler.
Ohrid’de kalacak yer buluncaya ve bir sonraki güne uyanıncaya kadar seyirci
kaldım her şeye. 500 dinara arabasına bindiğimiz taksici bize İbrahim
Tatlıses’ten şarkılar dinletti. İki yabancı insanın bir diğerine dair herhangi
bir şeye ilgi duyması, bilmesi onları yaklaştıran mıknatıs gibi. Hemen başlıyor
yine gülüşmeler ve muhabbetler. Oysa ben uykumu serebileceğim bir yatağı
düşlüyorum. Ohrid’e varıyoruz sonunda.
Ohrid’de üç gece
geçiriyoruz. Vardığımız akşam uzun süren
çabalar sonunda kalacak bir yer ayarlıyoruz kendimize. Aslında kalacak yer için
sizin adım atmanıza gerek kalmıyor. Sırtınızda çantayı gören birileri kapmaya
çalışıyor zaten sizi. Daire kiralamak çok yaygın orda. Biz de geceliği 25 avroya
olan bir dairede kalmaya karar veriyoruz. Merkeze 17 dakika yürüme mesafesinde,
üç odalı büyük bir ev. Birlikte olmanın vereceği keyifle ah diyoruz keşke diğer arkadaşlarımız da geleydi de boş kalan diğer odaya geçseydiler. Hepimizin
seyahat sonuna doğru görüntüsünü bile hayal etmek istemeyeceği menemen ve
makarnadan oluşan kahvaltı ve öğle yemeğini evde hazırlamaya çalışarak
akşamları leziz yemeklere özellikle kebaba saklıyoruz midemizi.
 |
St Kliment Kilisesi |
UNESCO
tarafından dünya mirası listesine dâhil edilen Ohrid, Makedonya’nın en önemli
turistik kentlerinden biri. 1395’ten 1912’ye kadar Osmanlının hüküm sürdüğü
kent daha sonra güney Slavları anlamına gelen Yugoslaya’ya dâhil oluyor ve
nihayetinde Makedonya 1992’de bağımsızlığını ilan ediyor. Osmanlı’dan kalma 10
cami ve 1 tekke bulunmakta. Sayısı 40’ı bulan kiliseler ise camileri hayli
aşmakta. Bunun dışında Ohrid, Slavlar için oldukça önemli olan Kiril
alfabesinin doğduğu yer olarak kabul edilir.

Arnavutluk’a
da sınırı olan 34 km uzunluğunda, 300 m derinliğinde Avrupa’nın en yaşlı ve en
derin gölü olan Ohrid Gölü bu kenti güzelliğine hayran bıraktıran benzersiz bir
mekâna dönüştürüyor. Bu gölle şehir tamamlanıp güzelliğin doruğuna ulaşıyor
gibi. Biz de Makedonya’da uykudan gözlerimizi açtığımız ilk gün göle gidiyoruz
yüzmeye. Çok fazla şehir merkezinden uzaklaşmak istemediğimiz için bulduğumuz
ilk yere tünüyoruz. Oysa dolmuşlarla kısa zamanda gidilebilecek çok daha güzel
plajlar var. Önümüzde göl manzarası, arkamızda yükselen dağlar ve çaprazımızda
Stari Grad, Old Town yani Eski Şehir.
Öğleden
sonra dövizci arayışına başlıyoruz. Çarşıda rastladığımız Arnavut dövizciyle
Türkçe sohbet ediyoruz. İzmirli eşi de yanında. Meğer bir aşk İzmirli kadını 20
yıl önce Ohrid’e kadar getirmiş ve şimdi birlikte yaşıyorlar 4 çocuklarıyla.
Onlarla sadece birkaç gün için vakit geçirmiş olsak da imrenerek model
aldığımız bir aile oldular. Ortaokula giden çocukları Gani’yi kendimizle çay
içmeye götürdük. Öğrendik ki okullarda Arnavutça ve Makedonca okumak isteyenler
olmak üzere ikili sistem uygulanıyor. İkişer hafta sırayla öğleci ve sabahçı
olarak eğitim görüyorlar. Gani her şeyden konuşuyor bizimle. Futbol, siyaset…
Her ne kadar olduğumdan yaşlı göründüğümü söylese de Gani’yi çok seviyoruz
hepimiz. Keşke Gani’nin öncesinde hiç duymadığım, beni şaşırtan Türkçe
deyimlerini bir kenara not etmiş olsaydım.
Ohrid’in
çarşısı gelen turistlerle çok hareketli. Yol boyunca dizilmiş irili ufaklı
dükkânlar, kenarlara açılan sergiler, yılan göstericileri, artistik
yeteneklerini göstermeye çalışan gençler… Çarşıdan özellikle bir caddeye
girdiğinizde Türk lokantaları ve kafeleriyle karşılaşıyorsunuz. Bıkmadık,
usanmadık her akşam aynı caddeye gidip bizim İnegöl köfte onların ise kebap
diye adlandırdığı yemeğe koştuk. Ardından karşıdaki İstanbul çayhanesinden çay
içmeye. Türkiye’de hiç yemediğim kadar kebap yemiş oldum. Bizdekinin aksine bir
porsiyonda yanında kıyılmış soğanla 10 köfte var ve sadece 140 dinara yani
ortalama 2 avro yapıyor!
Yemekten sonra
taşlı yollardan, dar sokaklardan arada göle sonra Safranbolu evlerine benzeyen
yapılara bir bakış fırlatarak tepeye, kaleye doğru ilerliyoruz. Yolumuza antik tiyatro ve Aziz Kliment
Panteleimon Manastırı çıkıyor. Antik tiyatroya daha sonra uğramayı planlayarak
manastıra giriyoruz. Aziz Kliment, Kiril alfabesinin mucitlerinden sayılıyor.
Avlusunda hala arkeolojik kazıların devam ettiği ve çevresinde bazı
tadilatların olduğu manastır göz kamaştırıcı. Ohrid’e bakılabilecek en güzel
yerden bakıyor. Hava kararmak üzere. Gökyüzünün değişen rengini izliyoruz bir
süre. Giriş kapısının hemen sağında bulunan türbe ne kadar doğru bilmiyorum
Fatih Sultan Mehmet’in bir askerine ait imiş. Onun için de Fatiha okuyup devam
ediyoruz yolumuza. Antik tiyatroya geri dönüyoruz. Şansımıza festival dönemine
denk geldik. Girişler ücretli olduğu için değil (!) manzarası daha güzel olduğu
için tiyatronun hemen dışında bir tepeye kuruluyoruz. Bir süre sonra yanımızdaki
dinleyicilerin sayısı artıyor. Aradan çok geçmeden bir görevli biletsiz de
girebileceğimizi söylüyor. Önce o kadar övdüğümüz tepeyi bırakmak istemesek de
adamı kırmak kabalık olur diye giriyoruz biz de tiyatroya. Başlıyor müzik ziyafetimiz. Gökyüzü bize tavan olmuşken keman,
çello, piyano sesleri eşliğinde harika bir gece geçiriyoruz.
Bir müzikle
neler anlatılmaz ki… İnsan esniyor, gevşiyor hamur gibi. Halden hale sokabilir
sanki insanı bu ritimler. Un ufak edebilir, dingin bir ırmağa dönüştürebilir,
çağlayan gibi gürül gürül akıtabilir, kuş gibi uçurabilir. İçimden diyorum ki
Hitler’e ya da onun benzerlerine bu müzikleri dinletmiş olsalardı kalpleri
yumuşardı elbet, bir nebze de olsa his dünyasına bir pencere açılırdı belki.
Ama sonra araştırdığımda nasıl da yanıldığımı fark ediyorum. Hitler zaten sık
sık operaya gidermiş, müzik dinlermiş! Bir de ressammış kendisi.
 |
Ohrid'de paraşütle süzülürken :) |
Ohrid’de
ikinci günümüzde 40 avroya paraşütle atlamak için erkenden kalkıyoruz. Jiple
dağın tepesine ulaşmamız bir saati buluyor. Yanımızda atlayış yapmak isteyen
Alman bir genç daha. Habersiziz tabii onunla tekrar Üsküp’de
karşılaşacağımızdan. Mekânımıza ulaşınca hazırlıklar başladı. Benim kalbim küt
küt atıyor ve yerimde duramıyorum. Heyecanım ayaklarıma bile vuruyor. Uçmaya
başlıyoruz sonra sakin sakin. Korkulacak hiçbir şey yokmuş meğer. Sanki bir
sandalyede oturmuş da yavaşça havada süzülüyormuşsun gibi güvende hissediyor
insan kendini. Tüm manzarayı yakalamaya çalışıyorum tepedeyken. Dağları
seyrediyorum, sonra göle çeviriyorum gözlerimi ve 15-20 dakika içinde yerde
buluyorum kendimi. Âdem’le Havva’nın cennetten kovulduklarında hissettiklerini
anlayabiliyorum az da olsa. Yer nere gök nere…
 |
Ohrid Gölüne Sveti Naum'dan bakış |
Paraşütten
sonra 30 km uzaklıkta 905 yılında yapılan Sveti (Aziz) Naum Manastırı’na
gitmeye yelteniyoruz. Bize gösterdikleri yönde bir durağa gidiyoruz ve dolmuş
şoförüne gitmek istediğimiz yeri söylüyorum. İngilizce bilmeyen şoför bana kafa
sallıyor, içerdeki yolculara ücreti sorduğumda 30 dinar diyince şaşırıyorum ben
bu kadar ucuz olmasına. Tereddüt ediyoruz binmekte. Sonra adam bizi ‘Sun Beach’
gibi bir plajda indirmeye çalışınca anlıyoruz ki adamla hiç de doğru iletişim
kuramamışım. Adam bizi bindiğimiz noktaya geri getiriyor. Olsun diyoruz Sun
Beach gibi bir plaja da bakmış olduk. Yeniden dolmuş arayışına girme hevesimiz
olmadığı için taksiyle 800 dinara (13 avro) gidiyoruz. Sveti Naum doğal bir
parkın içerisinde yer alıyor. Ayrıca Drim Nehri buradan doğup Ohrid Gölüne
akıyor. Yüzmek için de birebir burası. Manastırın olduğu yerden müthiş bir
manzaraya dâhil oluyoruz yine. Göl mavi, gök mavi…
 |
Sveti Naum Kilisesi |
Dönüş vakti
geldiğinde otobüs saatlerine bakıyoruz. Ne yazık ki seferler sık değil çok
zaman beklememiz gerekecek ki buradan Ohrid’e ve oradan da Struga’ya geçmeyi
planlıyoruz. Otostop çekmeye karar veriyoruz. Tüm denemelerimiz başarısızlıkla
sonuçlanıyor. Sonra bir taksi buluyoruz 600 dinara, bizimle birlikte
gelebilecek bir de Japon bir kız.
 |
Struga'da bir düğün |
Struga’ya
taksiyle devam ettik. Varır varmaz karnımızı doyurmak için bir lokantaya
girdik. Bu sefer içinde bezelye bile olan güveç aldım ben. Ohrid’den sonra daha
az gelişmiş, daha çok kapalı ve sakin olan Struga pek büyülemedi beni. Ohrid
Gölünden akan Drim Nehri buradan Yunanistan’a akıyor. Nehir ortadan geçerek caddeyi ikiye ayırıyor.
Yolda yürürken bir düğüne (ya da düğün öncesi yapılan başka bir eğlence olabilir)
denk geliyoruz. Davetsiz misafir gibi dalıyoruz içeriye. Kimse aldırmıyor bize,
rahatlıyoruz biz de. İki adım ileri bir adım geri attıkları halaya katılsak mı
diye düşünüyoruz. Salonda sadece kadınlar var. Bizim de erkek grubu dışarıda
bekliyor o yüzden. Beyaz dantelli üst ve şalvar giyen, robotumsu hareketleri ve
somurtkan yüzüyle dikkatimizi çekiyor gelin. Eğlencenin sonunda biz de gelinle
fotoğraf çekiniyoruz ve öğreniyoruz ki adettenmiş gelinin gülmemesi.
Lokumumuzu, şekerimizi alıp çıkıyoruz biz de. Tekrar Ohrid’e dönme vakti geldi.
Bu sefer kararlıyız otobüsle gitmeye. Ama otobüs fiyatına bizi Ohrid’e
götürecek bir araba bulunca otobüsü atıyoruz yine aklımızdan. Akşam vakti son defa gölün etrafında ve çarşıda
adımlıyoruz. Bir sonraki gün yolumuz
Manastır’a devam ediyor.
MANASTIR
 |
Sirok Sokağı |
 |
Manastır Askeri İdadisi |
Çantalarımız
sırtlarımızda otobüs terminaline yürüyoruz Manastır’a gitmek için. Oysa bizi
oraya ulaştıran şey yine oradan tuttuğumuz bir taksi oluyor. 900 dinara( 15
avro) yollardayız. Günlüklerimizi yazmaya çalışıyoruz bir yandan ama arabanın
camlarına vuran yağmur bizi kendine çekiyor. Yolu izlemeye koyuluyoruz. Yine
dağlar… Hep aynı görüntü ama insanın bakmaya doyamadığı türden. Resne’den geçip
Evliya Çelebi’nin Rum elinin en güzel ili dediği ‘Elçilikler Şehri’ne varıyoruz.
Dragor nehri kıyısına kurulan Manastır şehrinde şık kafelerin, lokantaların
karşılıklı sıralandığı, güzel mimariye sahip binaların birbirini takip ettiği
İstiklal Caddesi’ni andıran Sirok Sokağı… Bir kafeye geçiyoruz, bir şeyler içip
çantalarımızı oraya emanet ettikten sonra şehrin geri kalanını keşfe çıkıyoruz.
Atatürk’ün 1899’da mezun olduğu Askeri İdadisini ziyaret ediyoruz. Avluya sahip
iki katlı, dışı açık sarıya boyanmış hoş bir bina. Müzeye çevrilmiş. Bir bölümü
Atatürk için ayrılmış yaşamından kesintiler sunan fotoğraflarla, diğer bölümde
arkeolojik bulgular ve Manastır’ın tarihine dair bilgi sunan yazılar.
Manastır’ın Osmanlı döneminde İttihat ve Terakki’nin en önemli muhalif merkezlerinden biri
olduğunu öğreniyoruz. Ayrılırken binanın eski haline dair hiçbir tahayyülde
bulunamadığımızdan keşke sınıflar ve sıralarıyla korunabilseydi diyoruz.

Dragor Nehri
ve Eski Çarşı arasında kalan Osmanlı dönemine ait 16. yüzyılda yapılan Yeni,
İshak ve Yahdar Kadı Camileri ile Saat Kulesi görülmesi gerekenler arasında.
Ancak biz ne yazık ki kapalı olduklarından kendi haline bırakılan bu camileri
ziyaret edemedik. Bazısı da bariz bir şekilde bakım bekliyordu. Dar sokaklarda yer alan küçük dükkânların
olduğu Eski Çarşı bana ihmal edilmiş gibi geliyor. Fazlasıyla gelişigüzel davranılmış sanki.
 |
Manastır tren istasyonu |
 |
Manastır'dan Üsküp'e tren yolculuğu |
Sirok
Sokağına geri dönüp tadından pek de memnun kalmadığımız kebabı yiyoruz . Bu akşam
Üsküp’e geçmeyi planlıyoruz. Tren istasyonuna doğru ilerlerken ip gibi
karşılıklı dizilmiş ağaçların olduğu bir parktan geçiyoruz. Bilet almak için gişeye yanaşıyoruz. Bir
bilet 300 dinar (5 avro). Arkadaşım indirim istediğinde yok artık burada da pazarlık
yapılmaz diye düşünüyorum. Gişe arkasından kırık bir Türkçeyle konuşan bir adam
bizi bir kenara çağırıyor. Kendisini anlamakta pek zorlandığımız adam 150 dinar
istiyor bizden. Anlayamadığımızda da bozuk kaba Türkçesiyle “Almanca mı
konuşuyorum ben, anlamıyorsunuz siz beni?” diye bizi azarlayan adamdan hiç
hazzetmiyoruz. Trenin kalkmasına var henüz. Uzayıp giden raylara doğru
çömeliyoruz basamaklara. Havlama sesleri ve çiseleyen yağmur, raylar arasından
hayat bulan çimler. Rengârenk boyanmış, geçmiş bir yüzyıla ait duran trenimiz
yanaşıyor. Kafa karışıklığı ve tedirginlikle biniyoruz trene ve ardından
anlıyoruz adamın bizim parayı cebe attığını! Ve ‘o adam’ tüm sözleri ve tavırlarıyla muhabbetimizde
yer alır seyahat boyunca. Tren yolculuğu başlar. Yolculukların en güzelidir
eski bir trenin kompartımanında gitmek. Karanlık vuruncaya kadar cama yapışırız
tüm manzarayı içimize hapsetmek istercesine. Ahmet Kaya’yı dinleriz bir yandan:
‘ Ne sen Leylasın ne de ben Mecnun/ Ne sen yorgun ne de ben yorgun / Kederli
bir akşam içmişiz sarhoşuz hepsi bu.’ Şarkı kimi nereye götürür dillendirmez
kimse. Geri kalan zamanımızı UNO
oynayarak geçiririz ta ki Üsküp’e varıncaya dek.
ÜSKÜP
 |
Zafer Kapısı |
Makedonya’nın
başkentine varırız sonunda. Gecenin bu saatinde yapacak ilk iş kalacak yer
ayarlamaktır. Birkaç hostele uğradıktan sonra şehir merkezinde yer alan Record
Hostel’de kalmaya karar veririz. Kişi başı 13 avrodan 9’a indirim yaparız.
İndirim yaptırmak bizim için yetenek meselesidir artık, ikna kabiliyetimizi hiç
bir yerde olmadığı kadar sergilemeye çalışırız. Record Hostel tam Lonely
Planet’ın önereceği tarzda. Yurt benzeri odaları, giriş duvarlarına yazılmış
rengârenk anlamlı anlamsız sözler, enternasyonel gençlerin geldiği bir yer.
 |
Matka Grand Kanyon |
Sabah
kahvaltı yapar yapmaz Üsküp’ü gezmeden önce 60 nolu otobüsle şehrin güney
batısına doğru 15 km uzaklıktaki Matka Grand Kanyonuna gidiyoruz. Treska
nehrinin çevresinde şekillenen, çok fazla canlı çeşitliliğine ve mağaralara
sahip olan Matka Kanyonu tam bir doğa harikası. Uzun jeolojik dönemler
sonrasında erozyonla birlikte oluşan yan duvarlar yer alıyor nehir boyunca. 6 km
uzunluğunda bir yürüme mesafesi. Biz bir noktadan sonra geri dönmek zorunda
kalıyoruz ne yazık ki. Yeşilin ve mavinin en hoş tonlarıyla birleştiği bu yerde
yürümek dinginleştiriyor insanı. Keşke diyorum mümkün olsaydı da doğa kendi
başına bırakılmışken, bir sabah vakti erkenden burayı arşınlamanın tadına
varabilseydim.
 |
Kanyonda evliliğe adım atan bir çift |
Aklımızda
Üsküp, geri dönmeye niyetleniyoruz. Oysa bir sonraki otobüse çok vakit var.
Birilerine eğer Üsküp’e gidiyorlarsa bizi de bırakmalarını rica ediyoruz.
Konuştukları yarım yamalak bir İngilizceyle anlaştığımızı sanıyoruz. Mutluyuz
zamandan tasarruf ettik diye. Yalnız sonrasında bizi bir başka otobüs durağına
bıraktıklarında mutluluğumuz kursağımızda kalıyor. Bir iletişim kopukluğu daha!
Meğer onlar zaten geri dönmeyi düşünmüyormuş da bize yardımcı olmak için
otobüslerin daha sık geçtiği bu durağa getirmişler. Olsun bu da yeter bize.
Şehre dönüyoruz sonunda.
 |
Taşköprü ve Meydan |
Ortasından
Vardar Nehri geçen Üsküp, birbirine sırtını dönmüş iki parçadan oluşuyor sanki.
Bir tarafı Osmanlı dönemini yansıtan Eski Çarşı gerçek tarihiyle, diğer tarafı
yapay bir tarihi görünüm kazandırılmak çabasıyla donatılmış antik görünümlü,
devasa boyutta beyaz renkte hükümet binaları ve müzelerle yükseliyor. Pek çok
kültürel faaliyetlerin düzenlendiği Üsküp’ün en büyük meydanı olan Makedonya
Meydanı; Gotse Delçev ve Dame Gruev Heykelleri ile Büyük İskender’in heykelini
barındırır. Kendisini tanımayan, Makedon ismi ve tarihiyle sorunlar yaşayan Yunanistan’la
Büyük İskender’i de paylaşamazlar. Çok
masraflı olan tüm bu yeni inşalar Makedonya’nın 2014 Projesi dâhilinde
gerçekleştiriliyor.
Makedonya
Meydanını arkamızda bırakarak, Vardar Nehri üzerine kurulu diğer adı Fatih
Sultan Mehmet Köprüsü olup 1451-1469 yılları arasında Mimar Sinan tarafından
yapılmış olabileceği de iddia edilen ve bu yeni inşaların güzelliğini
gölgelediği Taş Köprüden geçiyoruz. 13 gözlü olan bu köprü 2 farklı dünya
arasında geçişi sağlar gibi. Nehrin bir
yanında ağırlıklı olarak Ortodoks olan Makedonların yaşadığı, yeniden
oluşturulmaya çalışılan modern bir dünya; diğer tarafında ise çoğunluğunu
Müslüman Türklerin oluşturduğu Anadolu dünyası.
Eski dünyaya
adım attığımızda hemen sağ tarafta 15. yüzyıldan kalma günümüzde de sanat galerisi olarak hizmet veren Davut
Paşa Hamamını
görüyoruz. Türk Çarşısı olarak da bilinen Eski Çarşı’da ilerliyoruz. En hayran
kaldığım çarşı oluyor burası. Kaybolmak isteği uyandırıyor birbirine bağlanan
bu dar sokaklar. Türk kahvesi ve ince belli bardakta içilen çay, Türk
televizyon kanallarından gelen seslerin doldurduğu, taburesini dışarı atıp
farklı bir ağızla Türkçe konuşan esnafların hayat verdiği bir çarşı. Çarşıda o
kadar fazla tarihi yapı var ki zamanımız yetmiyor ne yazık ki hepsini görmeye.
Hanlar, hamamlar, bedesten ve camiler… Çarşı merkezde bulunan 1436’da inşa edilen
dikdörtgen şeklindeki kubbesiz Murat Paşa Camisini ziyaret ediyoruz. Oradan
çarşının sonunda yer alan her türlü şeyin satıldığı bitpazarına geçeriz ama
akşam olduğu için kapanmak üzeredir.
Koşturarak soluğu 1436’da yapılan Üsküp’ün en eski camilerinden Sultan
Murat Camisinde alırız. Avlusunda Saat Kulesi bulunan cami akşam olduğundan ve
sanırım namaz vakti gelmediğinden kapalıydı.
 |
Eski Şehir |
Tekrar
çarşıdan tepeye, kaleye doğru yokuşu tırmanırız. Yolumuzun üzerinde Mustafa
Paşa camisine denk geliriz. Cami konumu itibariyle kudretli ve mağrur görünür
gözüme. 1492 yılında Yavuz Sultan Selim’in veziri Mustafa Paşa tarafından
yaptırılan caminin avlusunda kızının türbesi yer alır. Avlu, kaleye varmadan
dinlenmek için güzel bir mekân.
Çimli
yollardan geçip 6.yüzyılda Bizans döneminden kalma kaleye varırız. Üsküp de pek
çok şeyde olduğu gibi kale de yangın ve depremlerden kendi payına düşeni
almıştır. Kale içinde bir kısım arkeolojik çalışmalar devam ettiğinden bazı
alanlar kapalıdır. Kaleler her zaman bir şehre seyre dalmanın en büyüleyici
noktasıdır. Vakit akşamdır ve şehir ışık ışık parlar aşağıda. Tüm zıtlıklarına,
parçalanmışlığına rağmen bir bütün oluverir şehir kaleden bakınca.
 |
Puşkarsta Sokağı |
Akşamın geri
kalanını çarşıda geçirmek için başlarız yine çıktığımız yokuştan salınmaya. Bir
sokakta buluruz kendimizi. Puşkarsta Sokağı ve bir cami; Arasta Camisi. Cami
avlusuna iliştirilmiş bir kahvehane.
Sanki biri parmağını şıklatmış da Osmanlıdan bir kapı açmış bize. Dört
yola bakan bir mekân, taşlı sokaklar ve loş bir ışık yaratan sokak lambaları…
Kendi estetiğinde bir şadırvan, kahvenin bir kenarına sınır koyan çiçekler,
yaşlı amcalardan yükselen sohbetler, çay kaşığı sesleri, ahşap masa ve
sandalyeler ve masalardan birine konmuş biz, tavlamız, çekirdeğimiz bir de
içimizi ısıtan çayımız. Oraya ait olmayan tek şey biz gibi görünsek de kimse
bunun farkında değil sanki. Geçmişe yolculuk gibi. Gün ağarsa kadınlar
ellerinde el süpürgeleriyle başlayacak sanki temizliğe, çocuklar sokağa
fırlayacak oynamak için. Hani silseler
belleğimizden bu yüzyılı, geçmişin bir parçası olacağız biz de. Olur ya hani
bazen insan bir şeylerden kaçmaya çalışır. İşte ben de şimdi bulsam bu gizli
kapıları, kilidi kapatıp kaçacakmışım gibi hissediyorum her şeyden. Nedendir
bilmem ‘eski’ hep daha güzel kokar benim için. Belki de hayallerimle istediğim
şekli verebildiğimdendir. Daha insansı, algılaması daha kolay bir dünya gibi.
İnsan burada zaman uzasın da uzasın istiyor. Tıkanmış bir kum saati gibi
tutuversin kendini zaman. Çağın her türlü keşmekeşinden, gürültüsünden,
koşturmacasından uzağız. Hayat bazen bu kadar basit ve güzel işte. Her gün
içtiğin çay değil de işte tam şu anda, şu mekânda içtiğin çay tüm lezzeti veren
aldığın nefese. Bazı anlar insan sadece havayı değil de tüm hayatı çeker ya
ciğerlerine öyle bir andayız. Ama
çektiğim nefesi geri verirken zamanın ne kadar da geç olduğunu fark ediyorum…
Eski dünyanın kapısı tekrar açılıyor yeni dünyaya ve biz bu anı da geçmişte
bırakıp hostelimize doğru ilerliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder