BOSNA HERSEK
Başkent: Saraybosna
Nüfus: 3 milyon 791 bin 622 ( % 48
Boşnak, % 37 Sırp, %14 Hırvat)
Yüzölçümü: 51.129 km²
Para Birimi: Konvertible Mark ( 1 avro
= 1.95 KM)
Balkanlar; kimi için 50 yıl bal, 50 yıl
kan demekmiş. Bosna Hersek de bunun bir örneği bence. Bal ve kan nöbet tutmuş
sırasıyla.
Bir zamanlar Roma İmparatorluğu’na
dâhil olan Bosna 1463- 1878 yılları arasında Osmanlı hâkimiyetinde yer alır ve
Müslüman bir kimlik kazanır. Osmanlının zayıflamasıyla birlikte hiç
savaşılmadan Avusturya- Macaristan’a teslim edilir bu topraklar ve bazı
Müslüman kesim Osmanlı idaresi altındaki diğer topraklara göç eder. Bu da
Bosna’nın kimliğini değiştirir bir nebze. Müslüman oranı azalırken, Ortodoks
olan Sırp sayısı artar.
1914’te Saraybosna’da bir Sırp
milliyetçisinin Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu
veliaht prensi Franz Ferdinand’ı öldürmesiyle 1. Dünya Savaşı başlar.
Bu savaştan itibaren Bosna pek çok farklı hâkimiyetin altına girer. Önce
Sırp-Hırvat- Sloven Krallığı’nın bir parçası olur sonra Almanya’nın kontrolü
altındaki Bağımsız (?!) Hırvatistan’ın yönetimi altına girer. 1945’te 2. Dünya
Savaşı sona erer ve Tito Yeni Yugoslavyayı kurar. Bosna da Yugoslavya’yı
oluşturan federe cumhuriyetler içerisindedir. 1980’de Tito’nun ölmesiyle
zayıflayan Yugoslavya 1990’lı yıllarda çözülmeye başlar. Slovenya ve
Hırvatistan ayrıldıktan sonra Bosna da bağımsızlığını ilan etmek ister ancak
buna referandum koşulu getirilir. 1992’de yapılan bu referandumla devlet
kurulur. Ancak ülke içerisinde yer alan Sırplar bu kararı kabullenmez ve
Boşnaklarla Hırvatlara saldırı düzenlemeye başlarlar ki iç savaşa yol açar tüm
bunlar. Büyük Sırbistan’ı kurma hayalleri 100 binden fazla Boşnak’ın ölümüne
sebep olur. 1995’te imzalanan Dayton Antlaşması ile Bosna-Hersek’in devlet
yapısı oluşturulur böylece.
Bosna
Hersek; Müslüman Boşnaklar, Katolik Hırvatlar ve Ortodoks Sırplar olmak üzere 3
temel farklı etnik yapıya sahip. Bu farklılık devlet yapısında da gösteriyor
kendini. Bosna- Hersek Cumhuriyeti iki devletten oluşmakta:
Toprakların %51'ine sahip Hırvat ve Boşnaklardan oluşan Bosna-Hersek
Federasyonu ve toprakların %49'una sahip Sırplardan oluşan Sırp
Cumhuriyeti. Ayrıca Bosna-Hersek, Dayton Antlaşması'na göre üç etnik grubun temsil edildiği,
dört yıllığına seçilmiş üç üyenin 10 aylık dönemlerle başkan oldukları bir
idare sistemine sahip.
Lakabını
doğduğu köyden alan Sokullu Mehmet Paşa’nın bu güzelim memleketi Bosna
Hersek’te gezerken bu ülkenin yaralı yüzünü görmezden gelmenize imkân yok. Pek
çok yerde savaşı, ölümleri hatırlatan anıtlar, yazılar ya da mezarlar… Acılarla
olgunlaşıp hayata umutla bakmaya çalışan, geçmişle geleceğin birbirinde eridiği
bir ülke sanki.
MOSTAR
Koski Mehmet Paşa Camisinin Minaresinden Mostar Köprüsünü seyre dalarken |
Budva’ya
varır varmaz Mostar için 15,5 avroya alıyoruz otobüs biletimizi bir de sırt
çantamızı bagaja koyduğumuz için 1 avro daha ödüyoruz. Daha uzun süreceğini
düşündüğümüz yolculuk 5 saat sürüyor. Gecenin yarısında şoförün ‘Mostar
Mostaarrr’ diye bağırmasıyla uyanıyoruz uykudan ve iniyoruz aceleyle otobüsten.
Çantalarımızı
aldığımızda algılamaya başlıyoruz nerde olduğumuzu. Terminalde değil de yol
üzerinde bir yerde, birkaç kişiyle
birlikte şehrin dışında bırakmış bizi otobüs. Yavaşça terk ediyor
çevremizdekiler bizi. Gecenin üçünde bir başımıza kalıyoruz yol kenarında.
Sadece sokak lambalarının aydınlattığı bu mekân aklıma korku filmlerine uygun
senaryolar getirebilir ama uyuma isteği ve bu istekle çare arayışı daha ağır
basıyor. Taksi geçer diye umutla
bekliyoruz. Geçen zamanla azalan umutlar… Otostop çekmeyi deniyoruz. Sanırım 4
kişiyi görmek korkutucu geliyor ki kimse almıyor bizi. Tutuklu taşıma aracıyla
polisler yanaşıyor bize. İki farklı dili konuşan insanların iletişim kurarkenki
komikliğiyle durumumuzu anlatmaya çalışıyoruz. En sonunda arabanın arka
kapısını açıp şehir merkezinde bir otele götürmeye karar veriyorlar.
Heyecanlanıyorum arabaya binerken. Karşılıklı oturuyoruz arkadaşlarımla ve tel
örgünün olduğu yerden muhabbet etmeye çalışıyoruz polislerle. Bambaşka bir psikoloji içerisinde aynı yere
oturan suçluları düşünüyorum. Biz de heyecan ve mutluluk yaratan bu araba,
onlarda ne korkunç duygular yaratıyordur kim bilir. Polisler bizi şehir
merkezinde bırakıyor. Bazı otellerin kapısını çalıyoruz ama açan yok ya da
kalacak boş yer yok. Bir hostelin girişinde sabahlarız ve yeni günde kişi başı
10 avroya uyuyabileceğimiz bir yerimiz olur.
Öğleye kadar uykuyla geçen
bir gün. Mostar Çarşısında kısa bir tur atıp Balagaj köyüne gitmeye karar
veririz. Mostar’a yaklaşık 15 km uzakta olan köye taksiyle 7 avroya gidiyoruz. Özellikle
şarap için kullanılan bir sürü üzüm bağını izleye izleye varıyoruz köye.Taksiciden
öğreniyoruz ki Hırvatlar ve Boşnaklar arasında evlilik çok yaygın. Dinlerin
farklı olması engel oluşturmuyor onlar için. Ailenin çocukları da illa bir dine
ait hissetmekte zorlamıyor kendini.
Balagaj Köyü özellikle sahip olduğu
Alperenler Tekkesi ve Sarı Saltık türbesiyle ziyaretçileri kendine çekmektedir.
15. yüzyılda dervişler tarafından ‘”Yaratılanı, Yaratandan ötürü sevmek”
idealiyle kurulan tekke, tarihinde Kadiri, Rufai, Halveti ve Nakşibendî
tarikatlarına ev sahipliği yapmış. Türbe (Sarı Saltık ve Şeyh Açıkbaş), ibadet
odaları, misafirhane, mutfak, hamamlık, iç avlu ve abdesthane bölümlerinden
oluşmaktadır.
Alprenler Tekkesi-Buna Nehri ve çayımız :) |
Tekkeye girmek için hediyelik
eşyaların satıldığı bir alandan geçmek gerekiyor. Orada çalışan kişi
Türkiye’den geldiğimizi anlıyor ki selam veriyor hemen bize. Kendisi de
Türkiye’den buraya gelip yerleşmiş. Daha önce sadece ismini duyduğum Sarı
Saltık hakkında pek çok bilgi veriyor bize. 13. Yüzyılda yaşamış bir
Türkmen-Bektaşi/Alevi önderiymiş kendisi. Türkistan Horasan bölgesinden hicret
emri üzerine 700 arkadaşıyla yola çıkan Sarı Saltık alperen denilen
dervişlerden biri. Fatih Sultan
Mehmet’in oğlu Cem Sultan’ın Ebu'l Hayr er-Rumi’ye yazdırdığı Saltıkname’ye göre 12 türbesi
varmış kendisinin ama asıl mezarının Romanya’nın kuzeyinde yer alan bir
kasabada olduğu iddia ediliyormuş. Sarı Saltık’ı ziyaret edenler arasında
sadece Müslümanlar değil Hıristiyanlar da yer alıyor. Çünkü kendisi İslamiyeti
yayabilmek için keşiş kılığında dolaşmış gurbet ellerde bir zaman. Osmanlı daha
bu toprakları almadan İslamiyet’in tanınmasını sağlamış. Sarı Saltık'ın
yeraltından şifalı sular çıkardığı da söyleniyor. Tekkenin hemen yanı başında bir mağaranın
içinde yeraltından gürül gürül akan Buna Nehri dikkatimi çekiyor bunun
üzerine. Yemyeşil, buz gibi bir su.
Ayaklarımızı bir dakika bile tutamıyoruz içinde. Tekkenin avlusu çay bahçesi
olarak kullanılıyor. Biz de nehre en yakın bir masaya geçip çayı ve güzelim
manzarayı yudumluyoruz yavaş yavaş. Tekkeden ayrılıyoruz sonra.
Nehir boyunca kafeler ve
lokantalar yer alıyor. Biraz daha ilerleyince kendisine dair pek bir şey
bilmediğim 15. Yüzyılda yaşayan bir dük olan Stjepan Vukčić Kosača’nın konutuna
denk geliyoruz. Masal kitabının sayfasından fırlamış gibi. İki tarafı taş
duvarla kaplı, küçük taşlarla bezenmiş daracık yokuş bir yol. Bu yoldan inince
eve ulaşıyoruz ama ev kapalı, ne yazık ki giremiyoruz. Sonra tanıştığımız
birilerinden öğreniyoruz ki en son onlar girmiş eve sonra da kapatmışlar
kapısını. Ev tam eski dünyayı yansıtıyormuş. Çok istekli olmasak da kaleye
doğru yöneliyoruz. Hava çok sıcak yine. Yol üzerinde oturmuş iki kadına denk
geliyoruz. Kaleye dair sorular soruyoruz. Kalenin içinde bir şey olmadığını
öğrenince azıcık ilerlediğimiz yoldan geri dönüyoruz.
Poçitelli de ziyaret edilmeye
değer bir Türk köyü imiş ama pek ağaç olmayan bu köye bu sıcakta gitmek yanlış
bir karar olur. Ayrıca Mostar’a pek yakın olmayan bu köye herhangi bir otobüs
de yok. Mostar’a dönmeye karar veriyoruz. Otobüsler pek sık geçmediğinden uzun
süre beklemek yerine yine otostop çekmeye çalışıyoruz ve bu sefer kırıyoruz
şeytanın bacağını. Yolda tanıştığımız Danimarkalı genci de yanımıza alıp
biniyoruz arabaya. Arabada Saraybosna’ya yerleşen genç evli Türk bir çift ve
Singapur’dan küçük, çok şirin melez kızıyla onları ziyarete gelen Ayşe Hanım.
Ayşe Hanım’ın hayatı bir romanda okumak isteyeceğim hayata benziyor. Pek çok ülkede yaşamış ve
çalışmış, bir yere ait olmayan, yabancı bir eşe sahip, İngilizceyi ana dili
gibi konuşan bir kadın. İnsan yol uzasın da daha çok dinlesin onu istiyor. Ama
yol yarıda bırakıyor onun shikayesini. Yarım kalmış bir kitap gibi vedalaşıyoruz.
Mostar’ı keşfe dalmanın vakti.
Neretva Nehri’nin iki kıyısı boyunca uzanıyor eski şehir. Nehrin doğusunda
ağırlıklı olarak Müslüman olan Boşnaklar yaşarken batısında daha çok Hırvatlar
yaşıyor. Bir de bu iki yakayı birbirine bağlayan köprüler... Şu an nehir
üzerinde kurulu pek çok köprünün aksine eski zamanlarda bir tek Mostar Köprüsü
bağlarmış bu iki yaşamı birbirine. ‘Most’ köprü demek Boşnakça,’ Mostar’ ise
köprü koruyucusu/ bekçisi anlamına geliyor. Köprü o denli önemli ki şehre de
adını veriyor. Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin 1557 yılında başlıyor
köprü için çalışmalara ve köprünün inşası dokuz yıl sonra 1566’da bitiyor. Bazı
söylentilere göre Mimar Hayrettin köprüyü yaptıktan sonra dağa kaçmış. Meğer
köprü yıkılırsa başının kesilmesinden korkarmış. Oysa köprüye hayran kalan
hükümdar köprünün açılışını yapmak için her yere haber salmış Mimar Hayrettin
bulunsun diye.
Mostar Köprüsü |
Köprü o kadar sağlam inşa
edilmiştir ki 1990 savaşlarında bombalanıncaya kadar ayakta durmayı
becerir. Zamanında karşıdan karşıya
geçmemin tek yolu olan, ticareti ve ülkeye gelen yabancı tacirlerle
dövizciliğin de yaygınlaşmasını sağlayan bu köprü; savaş bittikten sonra
yeniden yapılır. Nehre düşen orijinal taşlar kullanılmak istense de
bombardımandan ve suyun içinde kalmaktan bozulan taşlar müsait değildir yapım
için. Orijinal taşların yapıldığı taş
ocakları tekrar açılır ve köprünün taşları yapım için hazırlanır. UNESCO ve
Dünya Bankasıyla birlikte sırasıyla İtalya, Hollanda ve Türkiye maddi destekte
bulunur en çok. İngiliz Prensi Charles tarafından 2004’te açılışı yapılan köprü
2005’te Dünya Miras Listesi’ne dâhil olur. Nehirden 24 metre yüksekte olan
köprünün uzunluğu 30 metre ve genişliği 4 metre. Her iki yakasında insana
hayranlık uyduran yüksekçe taş kuleler var. Köprü her daim insanlarla dolu.
Köprüyü tek başına görüntülemek için sabahın en erken saatlerinde çıkmak
gerekiyor sanırım. Evlenmeden önce nişanlı erkeklerin sevdiği kadına
cesaretlerini göstermek için köprüden atlamaları adetmiş. Oysa şimdi bazı
gençler köprüde toplanan insanlardan para toplayınca atlıyorlar. Biz de bu
anlardan birine denk geliyoruz. Parasını topladıktan sonra atlamak için
köprünün duvarına çıkan gence hem korku hem heyecanla bakıyoruz. Genç adam
atlıyor o yükseklikten. Sonra yüzerek çıkıyor nehirden sapasağlam. Şaşkınlıkla
rahat bir nefes alıyoruz. Taşları çok kaygan olduğu için yalın ayak yürümeyi
tercih ettiğim köprüden ayrılıyoruz.
Ufak ufak dükkânların ya da
kafelerin, lokantaların yer aldığı çarşıda geziniyoruz. Çarşıdaki sokaklar
ismini bir zamanlar orada yer alan esnaflara göre almış: Kuyumcular, Kazakçılar
Sokağı gibi. Tüm yolları taşlı olan bu sokaklar her şeye rağmen tarihi dokusunu
koruyor.
Akşam yemek yemek için bir yer
arıyoruz kendimize. O kadar çok seçenek var ki nerde oturacağımıza karar
veremiyoruz bir süre. Köprü bizi mıknatıs gibi çektiğinden yamacında bir
lokantaya gidiyoruz. Bu sefer menüde dolma-sarma var bir de canlı müzik Balkan
ezgileriyle. Sedirde uzanırcasına yayılıp yukarıya bakıyorum sadece bulunduğum
mekânı aşağılarda bırakırcasına. Köprü ve gökyüzü sadece gözlerime yansıyan. Bu
şehirde insan, hayatı hep köprünün çevresinde geçsin istiyor. Akşam vakti
gökyüzüyle birleşen köprü büyülüyor beni. Mimar Hayrettin hiç hayalini kurmuş
mudur acaba köprünün gelecekteki halini ve onun işlevinden faydalanmaktan çok
estetiğinden büyülenen, kendi zamanından çok farklı yaşayan bizleri? Cevabını
bilemeyeceğim sorular yine.
Bir gece daha azalıyor
seyahatimizden. Sabah olduğunda şehirden ayrılmadan bir kere daha bakmak
istiyorum köprüye. Köprü en güzel çarşıda yer alan Koski Mehmet Paşa Camisinin
minaresinden görülürmüş. Gayri Müslimlere girişin paralı olduğu bu camiye biz herhangi
bir ücret ödemeden giriyoruz. Minaresine çıktığımızda hakikaten büyüleniyoruz
tüm çıplaklığıyla görünen köprüden. Sanki kendisini fazlaca süsleyen,
güzelliğini örten ne varsa her şeyden soyunmuş da karşımızda dikilmiş gibi.
Öylece bakakalıyoruz minareden. Sadece köprü değil tüm şehrin görünümünü
yakalayabiliyor insan buradan. Zaman azalıyor, minareden inip köprünün hemen
yakınında olan bir müzeye giriyoruz. Köprüye dair tüm bilgiler burada mevcut.
Mostar’ın güzelliğine kapılmış olsak
da bu şehirden ayrılma vakti geliyor. Eski Şehrin dışında yer alan terminale
yürüyoruz ve Saraybosna’ya giden bir otobüsten yer ayırtıyoruz kendimize.
SARAYBOSNA
![]() |
Kale, güneşin batışı, bir de şehir |
10 avroya aldığımız otobüs biletiyle
12.10'da hareket ediyoruz Mostar’dan. 2.5 saat sürüyor yolculuğumuz. Yan
koltukta bir kızın elinde Elif Şafak’ın kitabı. Bir kitap yetiyor ona yakınlık
duymama. Farklı bir dilde de olsa aynı öyküyü okumuş oluyoruz benzer duygularla
ve okunan her satırla beyinde oluşan benzer sahnelerle. Konuşmaya başlıyoruz
sonra. Adı Salma bir de yanındaki kardeşi Elma. Hemen ona elmanın Türkçe’de ne
anlama geldiğini söylüyorum. Gülüyor, çoktan söylemişler ona anlamını. Soy
isimleri de Kusturica. Bu sefer merak ediyorum yönetmen Emir Kusturica ile bir
yakınlığının olup olmadığını. Tek ortak noktaları Saraybosnalı olmak. Salma ve
Elma’nın ailesi 1990’lı yıllardaki savaşlardan dolayı Danimarka’ya iltica etmek
zorunda kalıyor. Yeni bir hayat başlıyor onlar için. Önce yeni bir dil
öğreniyorlar sonra da iş ediniyorlar kendilerine. Kızlar üniversitede okuyor ve
her yaz Saraybosna’ya geliyorlarmış. Otobüsten inmeden Eski Şehir’de ‘Zeljo’
adında bir lokantada çok lezzetli olan cevapcici ( kebap) yememizi tavsiye
ediyorlar.
![]() |
Sida ve Bayram Kolar çiftinin Umut Tüneline açılan evi |
Saraybosna’nın
Sırp askerleri tarafından kuşatılıp her türlü destekten mahrum bırakılıp izole
edilmesi sonucu tek umut bir tünel kazmaktır.
1993 yılında ülkenin ilk Cumhurbaşkanı olan Aliya İzzetbegoviç ve
arkadaşları bu tünelle Butmir ve havaalanın diğer tarafında Birleşmiş Milletler
kontrolünde olan Donrinja’yı birbirine bağlamayı hedeflerler. Böylece hem
insanların savaştan kurtulmaları için bir yol bulmuş olurlar hem de yiyecek
yardımı ve savaş malzemelerinin içeri girmesini sağlamış olurlar. Plana göre
tünel Sida ve Bayram Kolar çiftinin evinden kazılmaya başlanacaktır. Savaştan
sonra müze olan iki katlı bu evin duvarı bir sürü merminin açtığı oyuklar
savaşı resmediyor. 20 yıl önce evin sahibi Sida Hanımın tünelden çıkan
askerlere su vermek için beklediği yerden biz de tünele giriyoruz. 800 metre uzunluğunda, 1,5 metre
yüksekliğinde ve 1 metre genişliğinde bu tünel. Ancak tünelin sadece 20 metresi
açık, diğer kısımlar kapatılmış. Müzenin diğer bölümlerinde savaş malzemeleri,
o döneme ait kesilmiş gazete sayfaları ve fotoğraflar yer alıyor. Müzenin
kapanma vakti geldiğinden çıkmak zorunda kalıyoruz oradan. Keşke daha çok
vaktimiz olsaydı da sadece orada oturup o anı hissetmeye çalışsaydık.
Darmadağın olmuş bir hissiyatla sanki bize çok lazım olan bir şeyi evde unutmuş
da aklımız onda kalmışçasına ayrılıyoruz müzeden Butmir sokaklarına doğru.
Butmir geçmişine rağmen umut
dolu bir köy gibi. Mermi oyuklarıyla evler ve bu evlerin meyve ağaçları ve
rengârenk çiçeklerini barındıran yemyeşil bahçeleri. Yol üzerinde bir çiftle
tanışıyoruz. Bahçelerine davet ediyorlar bizi ve gözlerimin takıldığı
eriklerden ikram ediyorlar. Bizim için taksi çağırıyorlar ve taksi gelinceye
kadar muhabbet ediyoruz onlarla. Sanırım bedenimiz, beynimiz, kalbimiz zaman
kavramına fark etmediğimiz bir şekilde duyarlılık gösteriyor. Zamanın azlığına
ve çokluğuna göre harekete geçiyor tüm metabolizma. Az zamanımız var
birbirimize verebileceğimiz ve biz bu kısa zamanda tüm sevgimizi,
gülümseyişlerimizi veriyoruz birbirimize. Hani normal koşullarda sanki geriye
bir şey kalmaz diye, israf etmekten korkarcasına az az veririz ya sevgimizi; zamanın azlığı elimizde, avucumuzda,
kalbimizde ne varsa sunuyor karşımızdakine. Bunları saklayabileceğimiz ya da
biriktirebileceğimiz başka bir zaman yok çünkü. Kısacık anda uzun zaman isteyen
ilişkiler kuruyoruz. Çekinmiyoruz kendimizi açmaktan bu insanlara. Belki de
seyahatin en çok sevdiğim yanlarından biri bu. Taksi geliyor ve bizi
Saraybosna’nın Başçarşısına götürüyor.
Başçarşıda bir sokak... |
Kaleye çıkmaya başlıyoruz hava
kararmadan. Hayatın hızlı aktığı çarşıdan ziyade daha sakin bir hale bürünüyor
şehir. Yol üzerinde kocaman alana yayılmış şehitlikler dikkatimizi çekiyor.
Savaş dönemi yine. Yokuşu tırmanmaya devam ediyoruz ve kaleye varıyoruz
sonunda. Gökyüzünün değişen rengiyle şehre yansımasını seyrediyoruz. İnsanın
eriyip de içine dahil olmak istediği harika bir manzara. Dağlarla çevrili, ölümle yaşamın iç içe
olduğu bir şehir. İçine girip de pek tanıma fırsatını bulamadığımız şehre
buradan bakarak affettirmeye çalışıyoruz kendimizi.
Çatısının altında Boşnakları,
Sırpları ve Hırvatları barındıran Avrupa’nın Kudüs’ü olarak geçen bu başkente
hakkettiği zamanı veremiyoruz ne yazık ki. Özel bir şehir Saraybosna.
Yolculuğumuzun son 3 günü ve daha ziyaret etmek istediğimiz Sırbistan var
rotamızda. Tekrar çarşıya dönüyoruz kaleden. Oradan da otogara doğru
ilerliyoruz gece vakti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder