BOSNA-HERSEK ( Mostar, Saraybosna )

                                                       BOSNA HERSEK

Başkent: Saraybosna
Nüfus: 3 milyon 791 bin 622 ( % 48 Boşnak, % 37 Sırp, %14 Hırvat)
Yüzölçümü: 51.129 km² 
Para Birimi: Konvertible Mark ( 1 avro = 1.95 KM)
             Balkanlar; kimi için 50 yıl bal, 50 yıl kan demekmiş. Bosna Hersek de bunun bir örneği bence. Bal ve kan nöbet tutmuş sırasıyla.
      Bir zamanlar Roma İmparatorluğu’na dâhil olan Bosna 1463- 1878 yılları arasında Osmanlı hâkimiyetinde yer alır ve Müslüman bir kimlik kazanır. Osmanlının zayıflamasıyla birlikte hiç savaşılmadan Avusturya- Macaristan’a teslim edilir bu topraklar ve bazı Müslüman kesim Osmanlı idaresi altındaki diğer topraklara göç eder. Bu da Bosna’nın kimliğini değiştirir bir nebze. Müslüman oranı azalırken, Ortodoks olan Sırp sayısı artar.
          1914’te Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisinin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliaht prensi Franz Ferdinand’ı öldürmesiyle 1. Dünya Savaşı başlar. Bu savaştan itibaren Bosna pek çok farklı hâkimiyetin altına girer. Önce Sırp-Hırvat- Sloven Krallığı’nın bir parçası olur sonra Almanya’nın kontrolü altındaki Bağımsız (?!) Hırvatistan’ın yönetimi altına girer. 1945’te 2. Dünya Savaşı sona erer ve Tito Yeni Yugoslavyayı kurar. Bosna da Yugoslavya’yı oluşturan federe cumhuriyetler içerisindedir. 1980’de Tito’nun ölmesiyle zayıflayan Yugoslavya 1990’lı yıllarda çözülmeye başlar. Slovenya ve Hırvatistan ayrıldıktan sonra Bosna da bağımsızlığını ilan etmek ister ancak buna referandum koşulu getirilir. 1992’de yapılan bu referandumla devlet kurulur. Ancak ülke içerisinde yer alan Sırplar bu kararı kabullenmez ve Boşnaklarla Hırvatlara saldırı düzenlemeye başlarlar ki iç savaşa yol açar tüm bunlar. Büyük Sırbistan’ı kurma hayalleri 100 binden fazla Boşnak’ın ölümüne sebep olur. 1995’te imzalanan Dayton Antlaşması ile Bosna-Hersek’in devlet yapısı oluşturulur böylece.
            Bosna Hersek; Müslüman Boşnaklar, Katolik Hırvatlar ve Ortodoks Sırplar olmak üzere 3 temel farklı etnik yapıya sahip. Bu farklılık devlet yapısında da gösteriyor kendini. Bosna- Hersek Cumhuriyeti iki devletten oluşmakta: Toprakların %51'ine sahip Hırvat ve Boşnaklardan oluşan Bosna-Hersek Federasyonu ve toprakların %49'una sahip Sırplardan oluşan Sırp Cumhuriyeti.  Ayrıca Bosna-Hersek, Dayton Antlaşması'na göre üç etnik grubun temsil edildiği, dört yıllığına seçilmiş üç üyenin 10 aylık dönemlerle başkan oldukları bir idare sistemine sahip.
Lakabını doğduğu köyden alan Sokullu Mehmet Paşa’nın bu güzelim memleketi Bosna Hersek’te gezerken bu ülkenin yaralı yüzünü görmezden gelmenize imkân yok. Pek çok yerde savaşı, ölümleri hatırlatan anıtlar, yazılar ya da mezarlar… Acılarla olgunlaşıp hayata umutla bakmaya çalışan, geçmişle geleceğin birbirinde eridiği bir ülke sanki.

                                                              MOSTAR

Koski Mehmet Paşa Camisinin Minaresinden Mostar Köprüsünü seyre dalarken
             Budva’ya varır varmaz Mostar için 15,5 avroya alıyoruz otobüs biletimizi bir de sırt çantamızı bagaja koyduğumuz için 1 avro daha ödüyoruz. Daha uzun süreceğini düşündüğümüz yolculuk 5 saat sürüyor. Gecenin yarısında şoförün ‘Mostar Mostaarrr’ diye bağırmasıyla uyanıyoruz uykudan ve iniyoruz aceleyle otobüsten.
            Çantalarımızı aldığımızda algılamaya başlıyoruz nerde olduğumuzu. Terminalde değil de yol üzerinde bir yerde,  birkaç kişiyle birlikte şehrin dışında bırakmış bizi otobüs. Yavaşça terk ediyor çevremizdekiler bizi. Gecenin üçünde bir başımıza kalıyoruz yol kenarında. Sadece sokak lambalarının aydınlattığı bu mekân aklıma korku filmlerine uygun senaryolar getirebilir ama uyuma isteği ve bu istekle çare arayışı daha ağır basıyor.  Taksi geçer diye umutla bekliyoruz. Geçen zamanla azalan umutlar… Otostop çekmeyi deniyoruz. Sanırım 4 kişiyi görmek korkutucu geliyor ki kimse almıyor bizi. Tutuklu taşıma aracıyla polisler yanaşıyor bize. İki farklı dili konuşan insanların iletişim kurarkenki komikliğiyle durumumuzu anlatmaya çalışıyoruz. En sonunda arabanın arka kapısını açıp şehir merkezinde bir otele götürmeye karar veriyorlar. Heyecanlanıyorum arabaya binerken. Karşılıklı oturuyoruz arkadaşlarımla ve tel örgünün olduğu yerden muhabbet etmeye çalışıyoruz polislerle.  Bambaşka bir psikoloji içerisinde aynı yere oturan suçluları düşünüyorum. Biz de heyecan ve mutluluk yaratan bu araba, onlarda ne korkunç duygular yaratıyordur kim bilir. Polisler bizi şehir merkezinde bırakıyor. Bazı otellerin kapısını çalıyoruz ama açan yok ya da kalacak boş yer yok. Bir hostelin girişinde sabahlarız ve yeni günde kişi başı 10 avroya uyuyabileceğimiz bir yerimiz olur.
            Öğleye kadar uykuyla geçen bir gün. Mostar Çarşısında kısa bir tur atıp Balagaj köyüne gitmeye karar veririz. Mostar’a yaklaşık 15 km uzakta olan köye taksiyle 7 avroya gidiyoruz. Özellikle şarap için kullanılan bir sürü üzüm bağını izleye izleye varıyoruz köye.Taksiciden öğreniyoruz ki Hırvatlar ve Boşnaklar arasında evlilik çok yaygın. Dinlerin farklı olması engel oluşturmuyor onlar için. Ailenin çocukları da illa bir dine ait hissetmekte zorlamıyor kendini.
          Balagaj Köyü özellikle sahip olduğu Alperenler Tekkesi ve Sarı Saltık türbesiyle ziyaretçileri kendine çekmektedir. 15. yüzyılda dervişler tarafından ‘”Yaratılanı, Yaratandan ötürü sevmek” idealiyle kurulan tekke, tarihinde Kadiri, Rufai, Halveti ve Nakşibendî tarikatlarına ev sahipliği yapmış. Türbe (Sarı Saltık ve Şeyh Açıkbaş), ibadet odaları, misafirhane, mutfak, hamamlık, iç avlu ve abdesthane bölümlerinden oluşmaktadır.

Alprenler Tekkesi-Buna Nehri ve çayımız :)

            Tekkeye girmek için hediyelik eşyaların satıldığı bir alandan geçmek gerekiyor. Orada çalışan kişi Türkiye’den geldiğimizi anlıyor ki selam veriyor hemen bize. Kendisi de Türkiye’den buraya gelip yerleşmiş. Daha önce sadece ismini duyduğum Sarı Saltık hakkında pek çok bilgi veriyor bize. 13. Yüzyılda yaşamış bir Türkmen-Bektaşi/Alevi önderiymiş kendisi. Türkistan Horasan bölgesinden hicret emri üzerine 700 arkadaşıyla yola çıkan Sarı Saltık alperen denilen dervişlerden biri.  Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan’ın Ebu'l Hayr er-Rumi’ye yazdırdığı Saltıkname’ye göre 12 türbesi varmış kendisinin ama asıl mezarının Romanya’nın kuzeyinde yer alan bir kasabada olduğu iddia ediliyormuş. Sarı Saltık’ı ziyaret edenler arasında sadece Müslümanlar değil Hıristiyanlar da yer alıyor. Çünkü kendisi İslamiyeti yayabilmek için keşiş kılığında dolaşmış gurbet ellerde bir zaman. Osmanlı daha bu toprakları almadan İslamiyet’in tanınmasını sağlamış. Sarı Saltık'ın yeraltından şifalı sular çıkardığı da söyleniyor.  Tekkenin hemen yanı başında bir mağaranın içinde yeraltından gürül gürül akan Buna Nehri dikkatimi çekiyor bunun üzerine.  Yemyeşil, buz gibi bir su. Ayaklarımızı bir dakika bile tutamıyoruz içinde. Tekkenin avlusu çay bahçesi olarak kullanılıyor. Biz de nehre en yakın bir masaya geçip çayı ve güzelim manzarayı yudumluyoruz yavaş yavaş. Tekkeden ayrılıyoruz sonra.
             Nehir boyunca kafeler ve lokantalar yer alıyor. Biraz daha ilerleyince kendisine dair pek bir şey bilmediğim 15. Yüzyılda yaşayan bir dük olan Stjepan Vukčić Kosača’nın konutuna denk geliyoruz. Masal kitabının sayfasından fırlamış gibi. İki tarafı taş duvarla kaplı, küçük taşlarla bezenmiş daracık yokuş bir yol. Bu yoldan inince eve ulaşıyoruz ama ev kapalı, ne yazık ki giremiyoruz. Sonra tanıştığımız birilerinden öğreniyoruz ki en son onlar girmiş eve sonra da kapatmışlar kapısını. Ev tam eski dünyayı yansıtıyormuş. Çok istekli olmasak da kaleye doğru yöneliyoruz. Hava çok sıcak yine. Yol üzerinde oturmuş iki kadına denk geliyoruz. Kaleye dair sorular soruyoruz. Kalenin içinde bir şey olmadığını öğrenince azıcık ilerlediğimiz yoldan geri dönüyoruz.
              Poçitelli de ziyaret edilmeye değer bir Türk köyü imiş ama pek ağaç olmayan bu köye bu sıcakta gitmek yanlış bir karar olur. Ayrıca Mostar’a pek yakın olmayan bu köye herhangi bir otobüs de yok. Mostar’a dönmeye karar veriyoruz. Otobüsler pek sık geçmediğinden uzun süre beklemek yerine yine otostop çekmeye çalışıyoruz ve bu sefer kırıyoruz şeytanın bacağını. Yolda tanıştığımız Danimarkalı genci de yanımıza alıp biniyoruz arabaya. Arabada Saraybosna’ya yerleşen genç evli Türk bir çift ve Singapur’dan küçük, çok şirin melez kızıyla onları ziyarete gelen Ayşe Hanım. Ayşe Hanım’ın hayatı bir romanda okumak isteyeceğim  hayata benziyor. Pek çok ülkede yaşamış ve çalışmış, bir yere ait olmayan, yabancı bir eşe sahip, İngilizceyi ana dili gibi konuşan bir kadın. İnsan yol uzasın da daha çok dinlesin onu istiyor. Ama yol yarıda bırakıyor onun shikayesini. Yarım kalmış bir kitap gibi vedalaşıyoruz.
                Mostar’ı keşfe dalmanın vakti. Neretva Nehri’nin iki kıyısı boyunca uzanıyor eski şehir. Nehrin doğusunda ağırlıklı olarak Müslüman olan Boşnaklar yaşarken batısında daha çok Hırvatlar yaşıyor. Bir de bu iki yakayı birbirine bağlayan köprüler... Şu an nehir üzerinde kurulu pek çok köprünün aksine eski zamanlarda bir tek Mostar Köprüsü bağlarmış bu iki yaşamı birbirine. ‘Most’ köprü demek Boşnakça,’ Mostar’ ise köprü koruyucusu/ bekçisi anlamına geliyor. Köprü o denli önemli ki şehre de adını veriyor. Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin 1557 yılında başlıyor köprü için çalışmalara ve köprünün inşası dokuz yıl sonra 1566’da bitiyor. Bazı söylentilere göre Mimar Hayrettin köprüyü yaptıktan sonra dağa kaçmış. Meğer köprü yıkılırsa başının kesilmesinden korkarmış. Oysa köprüye hayran kalan hükümdar köprünün açılışını yapmak için her yere haber salmış Mimar Hayrettin bulunsun diye.

Mostar Köprüsü
                 Köprü o kadar sağlam inşa edilmiştir ki 1990 savaşlarında bombalanıncaya kadar ayakta durmayı becerir.  Zamanında karşıdan karşıya geçmemin tek yolu olan, ticareti ve ülkeye gelen yabancı tacirlerle dövizciliğin de yaygınlaşmasını sağlayan bu köprü; savaş bittikten sonra yeniden yapılır. Nehre düşen orijinal taşlar kullanılmak istense de bombardımandan ve suyun içinde kalmaktan bozulan taşlar müsait değildir yapım için.  Orijinal taşların yapıldığı taş ocakları tekrar açılır ve köprünün taşları yapım için hazırlanır. UNESCO ve Dünya Bankasıyla birlikte sırasıyla İtalya, Hollanda ve Türkiye maddi destekte bulunur en çok. İngiliz Prensi Charles tarafından 2004’te açılışı yapılan köprü 2005’te Dünya Miras Listesi’ne dâhil olur. Nehirden 24 metre yüksekte olan köprünün uzunluğu 30 metre ve genişliği 4 metre. Her iki yakasında insana hayranlık uyduran yüksekçe taş kuleler var. Köprü her daim insanlarla dolu. Köprüyü tek başına görüntülemek için sabahın en erken saatlerinde çıkmak gerekiyor sanırım. Evlenmeden önce nişanlı erkeklerin sevdiği kadına cesaretlerini göstermek için köprüden atlamaları adetmiş. Oysa şimdi bazı gençler köprüde toplanan insanlardan para toplayınca atlıyorlar. Biz de bu anlardan birine denk geliyoruz. Parasını topladıktan sonra atlamak için köprünün duvarına çıkan gence hem korku hem heyecanla bakıyoruz. Genç adam atlıyor o yükseklikten. Sonra yüzerek çıkıyor nehirden sapasağlam. Şaşkınlıkla rahat bir nefes alıyoruz. Taşları çok kaygan olduğu için yalın ayak yürümeyi tercih ettiğim köprüden ayrılıyoruz.

               Ufak ufak dükkânların ya da kafelerin, lokantaların yer aldığı çarşıda geziniyoruz. Çarşıdaki sokaklar ismini bir zamanlar orada yer alan esnaflara göre almış: Kuyumcular, Kazakçılar Sokağı gibi. Tüm yolları taşlı olan bu sokaklar her şeye rağmen tarihi dokusunu koruyor.
              Akşam yemek yemek için bir yer arıyoruz kendimize. O kadar çok seçenek var ki nerde oturacağımıza karar veremiyoruz bir süre. Köprü bizi mıknatıs gibi çektiğinden yamacında bir lokantaya gidiyoruz. Bu sefer menüde dolma-sarma var bir de canlı müzik Balkan ezgileriyle. Sedirde uzanırcasına yayılıp yukarıya bakıyorum sadece bulunduğum mekânı aşağılarda bırakırcasına. Köprü ve gökyüzü sadece gözlerime yansıyan. Bu şehirde insan, hayatı hep köprünün çevresinde geçsin istiyor. Akşam vakti gökyüzüyle birleşen köprü büyülüyor beni. Mimar Hayrettin hiç hayalini kurmuş mudur acaba köprünün gelecekteki halini ve onun işlevinden faydalanmaktan çok estetiğinden büyülenen, kendi zamanından çok farklı yaşayan bizleri? Cevabını bilemeyeceğim sorular yine.
                Bir gece daha azalıyor seyahatimizden. Sabah olduğunda şehirden ayrılmadan bir kere daha bakmak istiyorum köprüye. Köprü en güzel çarşıda yer alan Koski Mehmet Paşa Camisinin minaresinden görülürmüş. Gayri Müslimlere girişin paralı olduğu bu camiye biz herhangi bir ücret ödemeden giriyoruz. Minaresine çıktığımızda hakikaten büyüleniyoruz tüm çıplaklığıyla görünen köprüden. Sanki kendisini fazlaca süsleyen, güzelliğini örten ne varsa her şeyden soyunmuş da karşımızda dikilmiş gibi. Öylece bakakalıyoruz minareden. Sadece köprü değil tüm şehrin görünümünü yakalayabiliyor insan buradan. Zaman azalıyor, minareden inip köprünün hemen yakınında olan bir müzeye giriyoruz. Köprüye dair tüm bilgiler burada mevcut.
            Mostar’ın güzelliğine kapılmış olsak da bu şehirden ayrılma vakti geliyor. Eski Şehrin dışında yer alan terminale yürüyoruz ve Saraybosna’ya giden bir otobüsten yer ayırtıyoruz kendimize.


                                                          SARAYBOSNA


Kale, güneşin batışı, bir de şehir

        10 avroya aldığımız otobüs biletiyle 12.10'da hareket ediyoruz Mostar’dan. 2.5 saat sürüyor yolculuğumuz. Yan koltukta bir kızın elinde Elif Şafak’ın kitabı. Bir kitap yetiyor ona yakınlık duymama. Farklı bir dilde de olsa aynı öyküyü okumuş oluyoruz benzer duygularla ve okunan her satırla beyinde oluşan benzer sahnelerle. Konuşmaya başlıyoruz sonra. Adı Salma bir de yanındaki kardeşi Elma. Hemen ona elmanın Türkçe’de ne anlama geldiğini söylüyorum. Gülüyor, çoktan söylemişler ona anlamını. Soy isimleri de Kusturica. Bu sefer merak ediyorum yönetmen Emir Kusturica ile bir yakınlığının olup olmadığını. Tek ortak noktaları Saraybosnalı olmak. Salma ve Elma’nın ailesi 1990’lı yıllardaki savaşlardan dolayı Danimarka’ya iltica etmek zorunda kalıyor. Yeni bir hayat başlıyor onlar için. Önce yeni bir dil öğreniyorlar sonra da iş ediniyorlar kendilerine. Kızlar üniversitede okuyor ve her yaz Saraybosna’ya geliyorlarmış. Otobüsten inmeden Eski Şehir’de ‘Zeljo’ adında bir lokantada çok lezzetli olan cevapcici ( kebap) yememizi tavsiye ediyorlar.
               
Sida ve Bayram Kolar çiftinin Umut Tüneline açılan evi
  Saraybosna’ya varınca Eski Şehri gezmeden önce ‘Umut Tüneli’ne gitmek için yollara düştük. Eski zamanlardan kalma, bizi yarı yolda bırakacakmış gibi görünen, sanki hiç bekleyeni yokmuş da onun için ağır ağır giden bir tramvaya biniyoruz. Tramvaydan indikten sonra da uzun uğraşlar neticesinde bir taksi buluyoruz. Telaşlanıyoruz müze kapanır da biz hiçbir şey göremeden dönmek zorunda kalırız diye. Çok şükür yetişiyoruz vaktinde. ‘Umut Tüneli’nin bulunduğu müze Butmir’de havaalanına çok yakın bir bölgede yer alıyor. Müzeye giriş 5 avro. Asıl burada anlıyoruz 90’lı yılardaki savaşı ve etkisini. 30 dakika süren bir belgesel izliyoruz o döneme dair. Alt yazı olmasa bile görüntüler yetiyor anlamamıza. Bombalanan binalar, ölen insanlar… Gerçek olduğuna inanması zor şeyler. Hangi gerekçe bir insanın ölümünü haklı kılabilir? Sanki bu yapılanların hepsi bilmediğimiz, kavrayamadığımız bir dünyaya ait de algılayamıyoruz biz.

              Saraybosna’nın Sırp askerleri tarafından kuşatılıp her türlü destekten mahrum bırakılıp izole edilmesi sonucu tek umut bir tünel kazmaktır.  1993 yılında ülkenin ilk Cumhurbaşkanı olan Aliya İzzetbegoviç ve arkadaşları bu tünelle Butmir ve havaalanın diğer tarafında Birleşmiş Milletler kontrolünde olan Donrinja’yı birbirine bağlamayı hedeflerler. Böylece hem insanların savaştan kurtulmaları için bir yol bulmuş olurlar hem de yiyecek yardımı ve savaş malzemelerinin içeri girmesini sağlamış olurlar. Plana göre tünel Sida ve Bayram Kolar çiftinin evinden kazılmaya başlanacaktır. Savaştan sonra müze olan iki katlı bu evin duvarı bir sürü merminin açtığı oyuklar savaşı resmediyor. 20 yıl önce evin sahibi Sida Hanımın tünelden çıkan askerlere su vermek için beklediği yerden biz de tünele giriyoruz.  800 metre uzunluğunda, 1,5 metre yüksekliğinde ve 1 metre genişliğinde bu tünel. Ancak tünelin sadece 20 metresi açık, diğer kısımlar kapatılmış. Müzenin diğer bölümlerinde savaş malzemeleri, o döneme ait kesilmiş gazete sayfaları ve fotoğraflar yer alıyor. Müzenin kapanma vakti geldiğinden çıkmak zorunda kalıyoruz oradan. Keşke daha çok vaktimiz olsaydı da sadece orada oturup o anı hissetmeye çalışsaydık. Darmadağın olmuş bir hissiyatla sanki bize çok lazım olan bir şeyi evde unutmuş da aklımız onda kalmışçasına ayrılıyoruz müzeden Butmir sokaklarına doğru.
                  Butmir geçmişine rağmen umut dolu bir köy gibi. Mermi oyuklarıyla evler ve bu evlerin meyve ağaçları ve rengârenk çiçeklerini barındıran yemyeşil bahçeleri. Yol üzerinde bir çiftle tanışıyoruz. Bahçelerine davet ediyorlar bizi ve gözlerimin takıldığı eriklerden ikram ediyorlar. Bizim için taksi çağırıyorlar ve taksi gelinceye kadar muhabbet ediyoruz onlarla. Sanırım bedenimiz, beynimiz, kalbimiz zaman kavramına fark etmediğimiz bir şekilde duyarlılık gösteriyor. Zamanın azlığına ve çokluğuna göre harekete geçiyor tüm metabolizma. Az zamanımız var birbirimize verebileceğimiz ve biz bu kısa zamanda tüm sevgimizi, gülümseyişlerimizi veriyoruz birbirimize. Hani normal koşullarda sanki geriye bir şey kalmaz diye, israf etmekten korkarcasına az az veririz ya sevgimizi;  zamanın azlığı elimizde, avucumuzda, kalbimizde ne varsa sunuyor karşımızdakine. Bunları saklayabileceğimiz ya da biriktirebileceğimiz başka bir zaman yok çünkü. Kısacık anda uzun zaman isteyen ilişkiler kuruyoruz. Çekinmiyoruz kendimizi açmaktan bu insanlara. Belki de seyahatin en çok sevdiğim yanlarından biri bu. Taksi geliyor ve bizi Saraybosna’nın Başçarşısına götürüyor.
Başçarşı sebille karşılar bizi.


Başçarşıda bir sokak...
                  16. yüzyıldan kalma Başçarşıya adım atar atmaz karşımızda tüm estetiğiyle bir sebil. Etrafında kımıl kımıl insanlar, kanat çırpan güvercinler… Çok acıktığımızdan çarşıda hızla ilerleyerek Zeljo’yu buluyoruz ve cevapcici( kebap) için sipariş veriyoruz. Yanına kaymak da eklenen kebap şu ana kadar en lezzetli olanlar arasında. Ancak yoğurt kıvamında olan sözde ayrana her bir yudumdan sonra su eklemek zorunda kalıyoruz. En az 3 bardak ayran içmiş oluyoruz böylece! Karnımızı doyurmanın verdiği saadetle çarşının sokaklarını arşınlıyoruz. Sokaklarda Türkçe kelimeler havaya karışıyor. O kadar çok turist var ki Türkiye’den gelen. Başçarşı gördüğümüz en büyük çarşı. Mostar’da olduğu gibi burada da esnaflara göre adlandırılıyor sokaklar. Çarşı içerisinde Osmanlı döneminden kalma camiler var ancak Saraybosna’da gecelemeden aynı gün Sırbistan’a geçmeyi planladığımız için çarşının havasını soluyoruz ancak.

      Kaleye çıkmaya başlıyoruz hava kararmadan. Hayatın hızlı aktığı çarşıdan ziyade daha sakin bir hale bürünüyor şehir. Yol üzerinde kocaman alana yayılmış şehitlikler dikkatimizi çekiyor. Savaş dönemi yine. Yokuşu tırmanmaya devam ediyoruz ve kaleye varıyoruz sonunda. Gökyüzünün değişen rengiyle şehre yansımasını seyrediyoruz. İnsanın eriyip de içine dahil olmak istediği harika bir manzara.  Dağlarla çevrili, ölümle yaşamın iç içe olduğu bir şehir. İçine girip de pek tanıma fırsatını bulamadığımız şehre buradan bakarak affettirmeye çalışıyoruz kendimizi.
      Çatısının altında Boşnakları, Sırpları ve Hırvatları barındıran Avrupa’nın Kudüs’ü olarak geçen bu başkente hakkettiği zamanı veremiyoruz ne yazık ki. Özel bir şehir Saraybosna. Yolculuğumuzun son 3 günü ve daha ziyaret etmek istediğimiz Sırbistan var rotamızda. Tekrar çarşıya dönüyoruz kaleden. Oradan da otogara doğru ilerliyoruz gece vakti.


Hiç yorum yok: