Kenya’dan
döneli zaman akmış, 10 günü geçmiş. 
İstanbul’da kar... Perdeyi kenara çeker, 
penceremin önüne ilişirim. Penceremde saksılar, saksılarda yapraklarını
dökmüş çiçekler ve bir lale toprağından fışkırmış… Gökten bembeyaz pamuklar
uçuşur yere doğru. Cenneti hep güneşli bir ilkbahar havasında kurarım kafamda
yemyeşil ağaçları, rengârenk çiçekleri ve kıyısında köpük köpük akan ılık bir
nehirle. Oysa bir kış da olabilir cennet bembeyaz güzelliğiyle, gözleri
kamaştırırcasına. Yaratıcının sihirlerini gösterme anlarından birindeyim sanki.
Hokus pokus diyip ellerinin bir hareketiyle beyaza boğuyor dünyayı. Gökten
mucizeler yağdırıyor, her bir parçası kendisi aslında. Yüzünde muzip bir
gülümseme: ‘Haydi bakalım tadın bu güzelliği ve cömertliğimi!’ dercesine.   Öyle muazzam, öyle gerçek üstü bir güzellik
ve bu güzelliğin içinde Kenya’nın melodisi çalar. İnsanın içini kıpır kıpır
eden, ruhunu coşturup rengârenk eteklerin bedenin her hareketiyle uçuştuğu
sıcacık topraklara götüren şarkılar… Ruhum azıcık şekillendirebilseydi
bedenimi, bedenim kıvır kıvır kıvrılırdı bu ritimlerde. Ama bedenim ruhumu
hapseden eğilmez, bükülmez bir kutu sanki. 
| Narok-Masai Mara arası | 
|  | 
| Biz dört kişiydik :) | 
‘Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dâhil.’
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dâhil.’
Sonra
Kafka, biz sıradan insanların aksine hayata bir türlü alışmayı beceremeyen,
suyundan çıkarılan bir balık gibi çırpınan ve her şeyin kendisine olağanüstü,
yabancı ve yeni gelen edasıyla bir çocuk misali sürekli sorgulayan adam…  Kenya’da güneşli bir vakitte taburesine
kambur oturmuş, gözleri başka bir dünyaya ait insanların farklılığıyla büyülenerek hiçbir detayı kaçırmamacasına kocaman
açılmış, elinde kalemi  saçılıyor sözcükleri
kâğıda ama bir yandan korkar kendini olduğu gibi tutup her kelimenin içine
atmaya.  Sonra Orhan Veli koşsun
yardımına Kafka’nın, kurtarsın onu tedirginliğinden ve sürüklesin güzel
havalara, coştursun hepimizi. Bir de filmimizi çeken biri olmalı. Bu
karakterlerle nasıl baş eder bilmiyorum ama Tony Gatlif olmalı mesela. Afrika
ezgileriyle dans eden kadınları resmetmeli cümbüş havasında.  İçimde hepsini götürebilmek isterdim.
Hepsinin gözüyle Kenya’yı görebilmek, hissedilmek ve aktarabilmek…
                                NAİROBİ- MASAİ MARA 
 Yeni
bir gün, güneşi yakaladığımız bir iklimde adını ilk devlet başkanlarından alan
Jomo Kenyatta havaalanına varıyoruz. ‘Jambo’ duyduğumuz ilk sözcük. Merhaba
demek. Vize için bir form doldurup 50 dolar ödüyoruz. 2000 yılından önce
basılan banknotları kabul etmiyorlar. İlk defa böyle bir durumla
karşılaşıyoruz. Çok şükür ki elimizde 2000’den sonra basılan banknotlar da var.
Dövizciler de daha düşük kurla çeviriyorlar eski banknotları. 1 dolar 90 Kenya
Şilini. Havaalanında bir miktar parayı da çevirdikten sonra çıkıyoruz.
Ellerinde ‘Kevogurbert’ yazılı kâğıdı tutan Rosah ve Patrick bekliyor bizi
kapıda. Öncesinde safari için anlaşmıştık onlarla. Sadece Masai Mara’da 3 gün
süren safari için 300 dolar ödüyoruz kişi başı. Soğuk bir ülkeden yola çıkıp
bir gün sonrasında güneşin ısıttığı Nairobi caddelerinde ilerliyoruz. Ah ne
büyük heyecandır o, daha önce hiç var olmadığın bir yerde nefes alıp vermek,
oraya karışmak. Yeniden doğmak, yeniden var olmak gibi. Trafik ışıklarını
arıyor gözlerimiz. Ancak şehir merkezinde var birkaç tane. Telefon hattı
alıyoruz kendimize, şehirde biraz oyalandıktan sonra yola çıkıyoruz. Rosah
bizden ayrılıyor. Mombasa’ya bilet alması için 13 dolar veriyoruz her birimiz
ona. Tabii daha sonra biletin daha ucuz olduğunu öğreniyoruz.
Yeni
bir gün, güneşi yakaladığımız bir iklimde adını ilk devlet başkanlarından alan
Jomo Kenyatta havaalanına varıyoruz. ‘Jambo’ duyduğumuz ilk sözcük. Merhaba
demek. Vize için bir form doldurup 50 dolar ödüyoruz. 2000 yılından önce
basılan banknotları kabul etmiyorlar. İlk defa böyle bir durumla
karşılaşıyoruz. Çok şükür ki elimizde 2000’den sonra basılan banknotlar da var.
Dövizciler de daha düşük kurla çeviriyorlar eski banknotları. 1 dolar 90 Kenya
Şilini. Havaalanında bir miktar parayı da çevirdikten sonra çıkıyoruz.
Ellerinde ‘Kevogurbert’ yazılı kâğıdı tutan Rosah ve Patrick bekliyor bizi
kapıda. Öncesinde safari için anlaşmıştık onlarla. Sadece Masai Mara’da 3 gün
süren safari için 300 dolar ödüyoruz kişi başı. Soğuk bir ülkeden yola çıkıp
bir gün sonrasında güneşin ısıttığı Nairobi caddelerinde ilerliyoruz. Ah ne
büyük heyecandır o, daha önce hiç var olmadığın bir yerde nefes alıp vermek,
oraya karışmak. Yeniden doğmak, yeniden var olmak gibi. Trafik ışıklarını
arıyor gözlerimiz. Ancak şehir merkezinde var birkaç tane. Telefon hattı
alıyoruz kendimize, şehirde biraz oyalandıktan sonra yola çıkıyoruz. Rosah
bizden ayrılıyor. Mombasa’ya bilet alması için 13 dolar veriyoruz her birimiz
ona. Tabii daha sonra biletin daha ucuz olduğunu öğreniyoruz.| Great Riff Valley | 
 Rehberimiz
Patrick ile safarimiz başlar. "Safari"
sözcüğü Svahili dilinde seyahat anlamına gelen sözcükten türemiş. Nairobi’yi ve
tüm kargaşasını geride bırakırız. Great Riff Vadisi’nde mola veriyoruz.
Hediyelik eşyaların satıldığı ufak dükkânlar, dağların arasına çarşaf gibi
serilmiş manzaranın önüne uzanan duvar, duvara yaslanmış sandalyelerde oturan
adamlar, yarım yamalak sohbetler… İlerliyoruz asfalt bitiyor, taşlı topraklı
yollar başlıyor, yavaşlıyoruz, yol uzuyor. Zaman geçiyor ve bizim tuvalete
gitmemiz gerekiyor. Yol kenarına yakın bir ev görüyoruz. Evin önünde bir kadın
ve iki çocuğu. Kadın bize tuvaleti gösteriyor. Kapısız taştan örülmüş bir
tuvalet, suyu da yok. İnsan, başka bir dünyaya doğru yola çıkarken pek çok
şeyini geride bırakmalı bence. Ama yine de insan sormadan duramıyor. Eski
dünyamızdan getirdiğimiz algılarımız kafamızda bir sürü soru üretiyor.
Aklımızda sorular, devam ediyoruz yola. 
Narok’a varıyoruz. Öğle yemeği molası. Menüde tavuk, makarna, yeşil
mercimek ve salata var bir de pek hazzetmediğimiz ayrı tatları ve kokuları.
Aysun’la zorlarız kendimizi yemek için ama Xezal ile İlker, yanı başımızda
duran kediye vermeyi tercih ederler yemeklerini.
Rehberimiz
Patrick ile safarimiz başlar. "Safari"
sözcüğü Svahili dilinde seyahat anlamına gelen sözcükten türemiş. Nairobi’yi ve
tüm kargaşasını geride bırakırız. Great Riff Vadisi’nde mola veriyoruz.
Hediyelik eşyaların satıldığı ufak dükkânlar, dağların arasına çarşaf gibi
serilmiş manzaranın önüne uzanan duvar, duvara yaslanmış sandalyelerde oturan
adamlar, yarım yamalak sohbetler… İlerliyoruz asfalt bitiyor, taşlı topraklı
yollar başlıyor, yavaşlıyoruz, yol uzuyor. Zaman geçiyor ve bizim tuvalete
gitmemiz gerekiyor. Yol kenarına yakın bir ev görüyoruz. Evin önünde bir kadın
ve iki çocuğu. Kadın bize tuvaleti gösteriyor. Kapısız taştan örülmüş bir
tuvalet, suyu da yok. İnsan, başka bir dünyaya doğru yola çıkarken pek çok
şeyini geride bırakmalı bence. Ama yine de insan sormadan duramıyor. Eski
dünyamızdan getirdiğimiz algılarımız kafamızda bir sürü soru üretiyor.
Aklımızda sorular, devam ediyoruz yola. 
Narok’a varıyoruz. Öğle yemeği molası. Menüde tavuk, makarna, yeşil
mercimek ve salata var bir de pek hazzetmediğimiz ayrı tatları ve kokuları.
Aysun’la zorlarız kendimizi yemek için ama Xezal ile İlker, yanı başımızda
duran kediye vermeyi tercih ederler yemeklerini.|  | 
| Masai Mara'da kampımız | 
| Bodyguardlarımız :) | 
|  | 
| Masai Mara National Park | 

.jpg) Başka
bir gün… Safari vakti. Erkenden uyanıp kahvaltı yapıyoruz ve Masai Mara Reserve
Bölgesine giriyoruz. Kocaman bir alana sahip olan bu bölge 1510 km2.
Güneş ve yeşil bir doğanın içinde ilerliyoruz jipimizle. İlk çitalara
rastlıyoruz, sonra sırtlanlar, ceylanlar, buffalolar, antiloplar, filler,
kuşlar, zebralar, zürafalar, su aygırları, aslanlar… Sabahtan akşama kadar
hayvanların peşinde geçiriyoruz zamanımızı. Üç aslan mayışmış uzanıyor, kimi
bizden rahatsız olup uzaklaşıyor. Sırtlanlar bir hayvanı avlamış yiyorlar. Hep
ekrandan izlediğimiz belgesellerin içindeyiz şu an. Sanki biri eline fırçayı
alıp yeşile ve kahverengiye daldırmış, sonra da serpiştirmiş yeryüzüne
renkleri. Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı burası olmalı. Tam da burada durup
göğe bakmalı insan. Keşke arabadan çıkabilsek...  Patrick’e defalarca yalvarıyoruz ama izin
vermiyor. Çimlere uzansak sırtüstü, güneşten gözlerimiz kırpışsa, içimiz
ısınsa… Tertemiz havaya kuş sesleri eşlik ediyor. Zaman bir nehir gibi bir
çağlayan gibi akmıyor burada. Usul usul akıyor. Yer altından sızan zayıf bir akıntının
tekrar kuru bir toprağa karışması gibi geçiyor zaman. Yavaş yavaş.
Başka
bir gün… Safari vakti. Erkenden uyanıp kahvaltı yapıyoruz ve Masai Mara Reserve
Bölgesine giriyoruz. Kocaman bir alana sahip olan bu bölge 1510 km2.
Güneş ve yeşil bir doğanın içinde ilerliyoruz jipimizle. İlk çitalara
rastlıyoruz, sonra sırtlanlar, ceylanlar, buffalolar, antiloplar, filler,
kuşlar, zebralar, zürafalar, su aygırları, aslanlar… Sabahtan akşama kadar
hayvanların peşinde geçiriyoruz zamanımızı. Üç aslan mayışmış uzanıyor, kimi
bizden rahatsız olup uzaklaşıyor. Sırtlanlar bir hayvanı avlamış yiyorlar. Hep
ekrandan izlediğimiz belgesellerin içindeyiz şu an. Sanki biri eline fırçayı
alıp yeşile ve kahverengiye daldırmış, sonra da serpiştirmiş yeryüzüne
renkleri. Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı burası olmalı. Tam da burada durup
göğe bakmalı insan. Keşke arabadan çıkabilsek...  Patrick’e defalarca yalvarıyoruz ama izin
vermiyor. Çimlere uzansak sırtüstü, güneşten gözlerimiz kırpışsa, içimiz
ısınsa… Tertemiz havaya kuş sesleri eşlik ediyor. Zaman bir nehir gibi bir
çağlayan gibi akmıyor burada. Usul usul akıyor. Yer altından sızan zayıf bir akıntının
tekrar kuru bir toprağa karışması gibi geçiyor zaman. Yavaş yavaş. |  | 
| Yer ve gök açılır, soframız kurulur :) | 
 Bugünlük
bitiyor safari. Kampa girmeden su alıyoruz bir bakkaldan. Sahibi Somali kökenli
olan Muhammed. Eşi ve çocukları başka bir şehirde yaşlı annesinin yanında
kalıyormuş. Bakkalın hemen arkasında kaldığı yere göz atıyoruz. Dikdörtgen
şeklinde yan yana sıralanmış odalar. Birkaç kişiyle birlikte kalıyormuş.
Türkiye’den geldiğimizi söyleyince seviniyor. Somali’ye yapılan yardımlardan
dolayı minnettar. Pazarlık yapmayı ihmal etmeden su ve çikolata alıyoruz
kendimize. Tekrar arabaya dönüyoruz Aysunla. Oysa bizimkiler gitmişler kampa.
Biz de fırsat bu fırsat özgürlüğün tadını çıkarıp sokaklara dalıyoruz yine.
Etrafta gezinen, oynayan çocuklar. Çoğu para ya da şeker istiyor bizden. Bir
evin bahçesinde top oynayan çocukların yanına gidiyoruz.  Bir sürü poşet ve ipi yumak haline getirip
top yapmışlar kendilerine. Aralarında İngilizceyi çok akıcı konuşan Reagan ile
sohbet ediyoruz. 12 yaşında, zekâsını hemen belli eden bir çocuk. Oradaki çoğu
çocuk gibi Reagan da okulu bırakmak zorunda kalmış maddi sebeplerden dolayı.
Ona sponsor bulup bulamayacağımı sordu. Bir yanım umutla onun için bir şeyler
yapabileceğimi söylerken diğer yanım gerçekçi olmamı, Reagan’dan önce yanı
başımızdakiler için bir şeyler yapmam gerektiğini söylüyordu. Ne yapabilirim ki
Reagan için, gerekli yardımı toplasam bile nasıl ulaştırabilirim kendisine?
İnsanı dibe çeken çaresizlik…
Bugünlük
bitiyor safari. Kampa girmeden su alıyoruz bir bakkaldan. Sahibi Somali kökenli
olan Muhammed. Eşi ve çocukları başka bir şehirde yaşlı annesinin yanında
kalıyormuş. Bakkalın hemen arkasında kaldığı yere göz atıyoruz. Dikdörtgen
şeklinde yan yana sıralanmış odalar. Birkaç kişiyle birlikte kalıyormuş.
Türkiye’den geldiğimizi söyleyince seviniyor. Somali’ye yapılan yardımlardan
dolayı minnettar. Pazarlık yapmayı ihmal etmeden su ve çikolata alıyoruz
kendimize. Tekrar arabaya dönüyoruz Aysunla. Oysa bizimkiler gitmişler kampa.
Biz de fırsat bu fırsat özgürlüğün tadını çıkarıp sokaklara dalıyoruz yine.
Etrafta gezinen, oynayan çocuklar. Çoğu para ya da şeker istiyor bizden. Bir
evin bahçesinde top oynayan çocukların yanına gidiyoruz.  Bir sürü poşet ve ipi yumak haline getirip
top yapmışlar kendilerine. Aralarında İngilizceyi çok akıcı konuşan Reagan ile
sohbet ediyoruz. 12 yaşında, zekâsını hemen belli eden bir çocuk. Oradaki çoğu
çocuk gibi Reagan da okulu bırakmak zorunda kalmış maddi sebeplerden dolayı.
Ona sponsor bulup bulamayacağımı sordu. Bir yanım umutla onun için bir şeyler
yapabileceğimi söylerken diğer yanım gerçekçi olmamı, Reagan’dan önce yanı
başımızdakiler için bir şeyler yapmam gerektiğini söylüyordu. Ne yapabilirim ki
Reagan için, gerekli yardımı toplasam bile nasıl ulaştırabilirim kendisine?
İnsanı dibe çeken çaresizlik…
Başka
sokaklarda ilerliyoruz. Bir kuaföre denk geliyoruz bu sefer. Minicik bir kutu
gibi. İçinde bir ayna ve sandalye var. Aynanın üstünde asılı çeşit çeşit saç
modelleri. Kuaför, bir kadının kısacık saçlarına saç ekleyip örüyor. Biz de
merak ediyoruz ne kadara yapıyor diye. ‘1800 şili’ diyor. Çok şaşırıyorum bu
kadar pahalı olmasına (Gerçi sonra öğreniyorum ki Türkiye’de çok daha pahalıymış.)  ve bu denli kötü (neye göre kötü acaba?) koşullar altında
yaşayan insanların bu kadar parayı verebilmesine. Müşteriye ne iş yaptığını
soruyorum. Bir eczanede çalışıyormuş başka bir şehirde. Çok hızlı örmesine rağmen çok
vakit alan bir iş.
Kuafördeyken Patrick bizi buldu. Suçüstü yakalanmış gibi hissettik. Öncesinde de kamptaki görevliler peşimize düşmüştü. Neyse ki Patrick’i yine ikna edip kurtuluyoruz. Bizi şaşkınlığa çevirircesine bar ve oteller var sokak üzerinde. Tabi bu kelimeler bizim beynimizde şekillenen halinden çok farklı. Bir odaya otel demişler sadece. Bir kasapla tanışıp muhabbet etmeye çalıştık ama aslında pek anlayamadık neyden bahsettiğine. Kokuya da dayanamayıp çıktık oradan. Sonra bir barın kapısında dans ettik çalan müzik eşliğinde. Birileriyle sohbet ederken Patrick geldi yine. Bu sefer mecburen kampa dönüyoruz. Akşam yemeği, ardından çay ve İlker’in çerezinin tadının çıkarma vakti. Çadırımızda elektrik yok, karanlıkta oturup sohbet ediyoruz.
Kuafördeyken Patrick bizi buldu. Suçüstü yakalanmış gibi hissettik. Öncesinde de kamptaki görevliler peşimize düşmüştü. Neyse ki Patrick’i yine ikna edip kurtuluyoruz. Bizi şaşkınlığa çevirircesine bar ve oteller var sokak üzerinde. Tabi bu kelimeler bizim beynimizde şekillenen halinden çok farklı. Bir odaya otel demişler sadece. Bir kasapla tanışıp muhabbet etmeye çalıştık ama aslında pek anlayamadık neyden bahsettiğine. Kokuya da dayanamayıp çıktık oradan. Sonra bir barın kapısında dans ettik çalan müzik eşliğinde. Birileriyle sohbet ederken Patrick geldi yine. Bu sefer mecburen kampa dönüyoruz. Akşam yemeği, ardından çay ve İlker’in çerezinin tadının çıkarma vakti. Çadırımızda elektrik yok, karanlıkta oturup sohbet ediyoruz.
Güneş
doğarken safariye çıkıyoruz 3. günümüzde. Sabah vakitlerinde daha çok hayvanla
karşılaşıyoruz. Bu sefer erken dönüyoruz kampa. Kampa çok yakın olan bir Masai Köyünü
ziyaret ediyoruz. Girişler ücretli, kişi başı 10 dolar. Masailer Kenya’daki 42
kabileden biri. Her bir kabilenin ayrı bir dili var ancak ortak dil Svahili. Pek
çok kabilenin aksine Masailer ilkel yaşamlarını sürdürmeye devam ediyor.  Sivrisineklerin istila ettiği köye Ken’in
rehberliğiyle giriyoruz. Etrafı çitlerle çevrili olan köyde 16 ev var. 
 Köy, Ken'in babasına aitmiş. Babası 8 kadınla evlenmiş. Her bir kadının çocuklarıyla
yaşadığı ayrı bir ev. Evlenen çocukları da var. Çok eşlilik yaygın. İlk eşi
anne baba seçerken diğer eşleri erkek kendi seçebiliyor. Evlenmek için kız
tarafına 10 inek, 10 koyun ve 10 tane de giydikleri şallardan almaları
gerekiyor. Ken de o yüzden hala evlenememiş sanırsak! Birkaç erkek sıralanıp
dans ediyor bizim için. Sonra ilkel yöntemle nasıl ateş yaktıklarını
gösteriyorlar. Ardından bir evin içine giriyoruz.  Eve ilk girdiğimizde kapkaranlık geliyor
bize, zamanla alışıyor gözlerimiz. Minik kare bir pencere yapmışlar güneş
girsin diye o kadar. Arada mesafe bulunan daire şeklinde sıralanan evleri
kadınlar kendileri topraktan yapıyormuş ki bu da 2 ay sürüyormuş. Erkeklerde
çitleri örüp hayvanları otlatıyorlarmış. Küçücük evler, 2 odalı. Girişteki oda
ahır gibi kullanıyor diğer oda da onların yaşam alanı. Odanın bir tarafında anne
babanın kullandığı sedir, diğer tarafında çocuklar için ayrı bir sedir, orta da
odunları yaktıkları mutfak diye adlandırdıkları bir ocak. Evdeki her şey bundan
ibaret. Su yok, elektrik yok, tuvalet, banyo yok evin içinde. İnsanın bu kadar
az şeyle yaşayabilmesi hem şaşırtıyor hem de imrendiriyor beni. Ne güzel
maddeye ihtiyaç duymadan bu denli yalın yaşayabilmek. Özgürlüğün başka bir
penceresi belki. Oysa modern dünyada insan nerdeyse tüm yaşamını bir şeylere
sahip olmak yolunda harcıyor. Sahip olmak istediklerimizin kölesi haline
geliyoruz. İsteklerimiz bitmiyor, hep yenisi, hep daha fazlası.
Köy, Ken'in babasına aitmiş. Babası 8 kadınla evlenmiş. Her bir kadının çocuklarıyla
yaşadığı ayrı bir ev. Evlenen çocukları da var. Çok eşlilik yaygın. İlk eşi
anne baba seçerken diğer eşleri erkek kendi seçebiliyor. Evlenmek için kız
tarafına 10 inek, 10 koyun ve 10 tane de giydikleri şallardan almaları
gerekiyor. Ken de o yüzden hala evlenememiş sanırsak! Birkaç erkek sıralanıp
dans ediyor bizim için. Sonra ilkel yöntemle nasıl ateş yaktıklarını
gösteriyorlar. Ardından bir evin içine giriyoruz.  Eve ilk girdiğimizde kapkaranlık geliyor
bize, zamanla alışıyor gözlerimiz. Minik kare bir pencere yapmışlar güneş
girsin diye o kadar. Arada mesafe bulunan daire şeklinde sıralanan evleri
kadınlar kendileri topraktan yapıyormuş ki bu da 2 ay sürüyormuş. Erkeklerde
çitleri örüp hayvanları otlatıyorlarmış. Küçücük evler, 2 odalı. Girişteki oda
ahır gibi kullanıyor diğer oda da onların yaşam alanı. Odanın bir tarafında anne
babanın kullandığı sedir, diğer tarafında çocuklar için ayrı bir sedir, orta da
odunları yaktıkları mutfak diye adlandırdıkları bir ocak. Evdeki her şey bundan
ibaret. Su yok, elektrik yok, tuvalet, banyo yok evin içinde. İnsanın bu kadar
az şeyle yaşayabilmesi hem şaşırtıyor hem de imrendiriyor beni. Ne güzel
maddeye ihtiyaç duymadan bu denli yalın yaşayabilmek. Özgürlüğün başka bir
penceresi belki. Oysa modern dünyada insan nerdeyse tüm yaşamını bir şeylere
sahip olmak yolunda harcıyor. Sahip olmak istediklerimizin kölesi haline
geliyoruz. İsteklerimiz bitmiyor, hep yenisi, hep daha fazlası. 
|  | 
| Masai Köyü | 
 Köy, Ken'in babasına aitmiş. Babası 8 kadınla evlenmiş. Her bir kadının çocuklarıyla
yaşadığı ayrı bir ev. Evlenen çocukları da var. Çok eşlilik yaygın. İlk eşi
anne baba seçerken diğer eşleri erkek kendi seçebiliyor. Evlenmek için kız
tarafına 10 inek, 10 koyun ve 10 tane de giydikleri şallardan almaları
gerekiyor. Ken de o yüzden hala evlenememiş sanırsak! Birkaç erkek sıralanıp
dans ediyor bizim için. Sonra ilkel yöntemle nasıl ateş yaktıklarını
gösteriyorlar. Ardından bir evin içine giriyoruz.  Eve ilk girdiğimizde kapkaranlık geliyor
bize, zamanla alışıyor gözlerimiz. Minik kare bir pencere yapmışlar güneş
girsin diye o kadar. Arada mesafe bulunan daire şeklinde sıralanan evleri
kadınlar kendileri topraktan yapıyormuş ki bu da 2 ay sürüyormuş. Erkeklerde
çitleri örüp hayvanları otlatıyorlarmış. Küçücük evler, 2 odalı. Girişteki oda
ahır gibi kullanıyor diğer oda da onların yaşam alanı. Odanın bir tarafında anne
babanın kullandığı sedir, diğer tarafında çocuklar için ayrı bir sedir, orta da
odunları yaktıkları mutfak diye adlandırdıkları bir ocak. Evdeki her şey bundan
ibaret. Su yok, elektrik yok, tuvalet, banyo yok evin içinde. İnsanın bu kadar
az şeyle yaşayabilmesi hem şaşırtıyor hem de imrendiriyor beni. Ne güzel
maddeye ihtiyaç duymadan bu denli yalın yaşayabilmek. Özgürlüğün başka bir
penceresi belki. Oysa modern dünyada insan nerdeyse tüm yaşamını bir şeylere
sahip olmak yolunda harcıyor. Sahip olmak istediklerimizin kölesi haline
geliyoruz. İsteklerimiz bitmiyor, hep yenisi, hep daha fazlası.
Köy, Ken'in babasına aitmiş. Babası 8 kadınla evlenmiş. Her bir kadının çocuklarıyla
yaşadığı ayrı bir ev. Evlenen çocukları da var. Çok eşlilik yaygın. İlk eşi
anne baba seçerken diğer eşleri erkek kendi seçebiliyor. Evlenmek için kız
tarafına 10 inek, 10 koyun ve 10 tane de giydikleri şallardan almaları
gerekiyor. Ken de o yüzden hala evlenememiş sanırsak! Birkaç erkek sıralanıp
dans ediyor bizim için. Sonra ilkel yöntemle nasıl ateş yaktıklarını
gösteriyorlar. Ardından bir evin içine giriyoruz.  Eve ilk girdiğimizde kapkaranlık geliyor
bize, zamanla alışıyor gözlerimiz. Minik kare bir pencere yapmışlar güneş
girsin diye o kadar. Arada mesafe bulunan daire şeklinde sıralanan evleri
kadınlar kendileri topraktan yapıyormuş ki bu da 2 ay sürüyormuş. Erkeklerde
çitleri örüp hayvanları otlatıyorlarmış. Küçücük evler, 2 odalı. Girişteki oda
ahır gibi kullanıyor diğer oda da onların yaşam alanı. Odanın bir tarafında anne
babanın kullandığı sedir, diğer tarafında çocuklar için ayrı bir sedir, orta da
odunları yaktıkları mutfak diye adlandırdıkları bir ocak. Evdeki her şey bundan
ibaret. Su yok, elektrik yok, tuvalet, banyo yok evin içinde. İnsanın bu kadar
az şeyle yaşayabilmesi hem şaşırtıyor hem de imrendiriyor beni. Ne güzel
maddeye ihtiyaç duymadan bu denli yalın yaşayabilmek. Özgürlüğün başka bir
penceresi belki. Oysa modern dünyada insan nerdeyse tüm yaşamını bir şeylere
sahip olmak yolunda harcıyor. Sahip olmak istediklerimizin kölesi haline
geliyoruz. İsteklerimiz bitmiyor, hep yenisi, hep daha fazlası. 
Evden
çıktığımızda bu kez kadınlar dans gösterisi yapıyor. Tabii köylülerin bu işi
artık ticarete çevirmiş olması huzursuz ediyor bizi. Keşke bizi kendilerinden para
koparabilecekleri birileri olarak değil de onca yolu sırf onları tanımak,
onlarla samimi bir muhabbet kurup hayatlarını anlamak için geldiğimizi fark
etseler. Belki de asıl bizim fark etmemiz gereken, onlar temel ihtiyaçları
uğruna didinirken bizim niyetimizin pek de bir öneminin olmadığı. 
Köyün
başka bir kapısından çıkıyoruz. Çıkışta kadınlar pazar kurmuş, hediyelik
eşyalar satıyorlar. Uçuk fiyatlar söylüyorlar önce sonra dakikalarca süren
pazarlık yoruyor insanı. Sonunda başarıyoruz oradan çıkmayı. Kampta kahvaltı
yaptıktan sonra Nairobi’ye gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yolu seyre dalıyoruz.
Yol akarken biz de hayatların içerisinden süzülüp gidiyoruz. Yol kenarında bir
sürü aleo vera var, dünyanın en faydalı olduğu iddia edilen bitki. Patrick’i
durdurup koparıyoruz birkaç yaprak. Yüzümüze sürüyoruz akan suyunu. Yüzümüz
sapsarı ve inanılmaz geriliyor. Gençliğin sırrını bulmuşçasına seviniyoruz.
Narok’a vardığımızda daha fazla ilerlemiyoruz çünkü eylem var. Masai
liderlerinin yakalanması sebebiyle halk sokağa dökülmüş. Yolda yanan lastikler,
yolun ortasına atılmış taşlar… Ayrıntıları öğrenmeye çalışıyoruz ama Patrick
pek bir şey anlatmıyor bize. Çok uzun zaman beklemek zorunda kalıyoruz. Sonra
yavaş yavaş ilerleyebiliyoruz yine. Eylemin ne kadar geniş bir alana
yayıldığını fark ediyoruz. 
 Nairobi’ye
varıyoruz sonunda ancak bu sefer de berbat bir trafik başlıyor. Patrick otobüs
terminaline bırakıyor bizi, vedalaşıyoruz. Çantalarımızı otobüs firmasına
bıraktıktan sonra Naftal’la görüşüyoruz. 9 yıl sonra bir zamanlar çok yakın
olduğum arkadaşımla karşılaşmak ne tuhaf bir duygu. Heyecanlanıyorum. Naftal
geliyor sonra. Kilo almış biraz.  İnsan
dokuz yıllık ayrılığı nasıl sığdırır bir kavuşmaya? Hem hiç ayrılmamış gibiyiz
ya da sanki birlikte olduğumuz anlar bir masalmış gibi. En hızlısından hasret
gidermeler, boşlukları doldurmalar, geçmiş günleri yâd etme… Xezal ile Aysun
sigara içme krizine girerler onca yolculuktan sonra ancak Kenya’da sokaklarda
sigara içme yasağı var. Her kentte bu yasağa pek uyulmasa da Nairobi de denetim
sıkı olacak ki kimse içmiyor. Caddelerde ara ara belli bölmeler oluşturulmuş
sigara içenler için. Onlar oraya girip sigara içiyor, biz de dışarıda bekliyoruz.
Karnımız acıkır yine. Bu sefer kararlıyız bir Türk lokantasında yemek yemeye.
Uzun bir süre gezindikten sonra bulduğumuz lokantanın kepenkleri inmiş. Hayal
kırıklığıyla bir pizzacıya giriyoruz. Vaktimiz az. Naftal’la terminale
dönüyoruz yine. Kısa bir kavuşmanın ardından tekrar vedalaşıp Mombasa’ya doğru
yola çıkıyoruz. Geçmiş anların kısa bir zaman için bile olsa canlanıp dönmesi
ne keyifli! Gerçekle hayal arasında var olan geçmiş…
Nairobi’ye
varıyoruz sonunda ancak bu sefer de berbat bir trafik başlıyor. Patrick otobüs
terminaline bırakıyor bizi, vedalaşıyoruz. Çantalarımızı otobüs firmasına
bıraktıktan sonra Naftal’la görüşüyoruz. 9 yıl sonra bir zamanlar çok yakın
olduğum arkadaşımla karşılaşmak ne tuhaf bir duygu. Heyecanlanıyorum. Naftal
geliyor sonra. Kilo almış biraz.  İnsan
dokuz yıllık ayrılığı nasıl sığdırır bir kavuşmaya? Hem hiç ayrılmamış gibiyiz
ya da sanki birlikte olduğumuz anlar bir masalmış gibi. En hızlısından hasret
gidermeler, boşlukları doldurmalar, geçmiş günleri yâd etme… Xezal ile Aysun
sigara içme krizine girerler onca yolculuktan sonra ancak Kenya’da sokaklarda
sigara içme yasağı var. Her kentte bu yasağa pek uyulmasa da Nairobi de denetim
sıkı olacak ki kimse içmiyor. Caddelerde ara ara belli bölmeler oluşturulmuş
sigara içenler için. Onlar oraya girip sigara içiyor, biz de dışarıda bekliyoruz.
Karnımız acıkır yine. Bu sefer kararlıyız bir Türk lokantasında yemek yemeye.
Uzun bir süre gezindikten sonra bulduğumuz lokantanın kepenkleri inmiş. Hayal
kırıklığıyla bir pizzacıya giriyoruz. Vaktimiz az. Naftal’la terminale
dönüyoruz yine. Kısa bir kavuşmanın ardından tekrar vedalaşıp Mombasa’ya doğru
yola çıkıyoruz. Geçmiş anların kısa bir zaman için bile olsa canlanıp dönmesi
ne keyifli! Gerçekle hayal arasında var olan geçmiş…
Kenya’nın kıyısında bulunan Mombasa ile Nairobi arası 8 saat
sürüyor. Sabahın erken saatlerinde varıyoruz oraya. Carol’ın evinde kalmayı
planlıyoruz. Onun evi de Mombasa’nın bir ilçesinde. Matatu dedikleri minibüse
biniyoruz onun evine gitmek için. Matatuya her bindiğinizde pazarlık yapıp
fiyatı indirebilirsiniz. Bir de tuk tuk var, üç tekerlekli üstü kapalı motorlar
 dan.
Bazen bu insanların bu kadar sabırlı olmasına şaşırıyorum. Düşünsenize, bir
günde kim bilir kaç yolcu taşıyorsunuz ve sürekli dil döküyorsunuz her
seferinde fiyat üzerine. Matatuda muavin aracın kapısının üzerine tak tak
vuruyor şoföre durmasını belirtmek için. Ben de kendimi tutamayıp muavin gibi
vuruyorum. Neyse ki ters bakışlardan öteye geçmiyor tepkileri ;) Bir ara şoförle
muavin, yolda bekleyen bir kadını binmesi için ikna edemeyince biz de giriyoruz
araya, ikna oluyor kadın böylece biz de çok beklemeden yola devam etmiş
oluyoruz. Carol ile buluşup evine gidiyoruz. 2 odalı küçük bir ev.                          26 yaşında
olan
dan.
Bazen bu insanların bu kadar sabırlı olmasına şaşırıyorum. Düşünsenize, bir
günde kim bilir kaç yolcu taşıyorsunuz ve sürekli dil döküyorsunuz her
seferinde fiyat üzerine. Matatuda muavin aracın kapısının üzerine tak tak
vuruyor şoföre durmasını belirtmek için. Ben de kendimi tutamayıp muavin gibi
vuruyorum. Neyse ki ters bakışlardan öteye geçmiyor tepkileri ;) Bir ara şoförle
muavin, yolda bekleyen bir kadını binmesi için ikna edemeyince biz de giriyoruz
araya, ikna oluyor kadın böylece biz de çok beklemeden yola devam etmiş
oluyoruz. Carol ile buluşup evine gidiyoruz. 2 odalı küçük bir ev.                          26 yaşında
olan 
Carol, erkek kardeşiyle yaşıyor. Erkek kardeşi, Kevin, üniversiteye gitmek
için yeterli parası olmadığı için ablasıyla birlikte bir alış veriş merkezinde çalışıyor.
Kevin’in kız arkadaşı Sally de onlarda kalıyor bazen. Sally bizi hayatta
görebileceğimiz en güzel sahillerden birine götürüyor. Yumuşacık, kar beyaz
kumlar gözlerimizi kamaştırıyor. Bir de turkuaz renginde tertemiz bir su ve
onun üzerinde masmavi bir gökyüzü. Orta sınıftan biri olarak böyle bir yerde olabilmek
ve pek çok kimsenin belki de gözünün hiç değmediği bu güzelliğin içinde yer
almak kendimizi çok ayrıcalıklı hissettiriyor. Oysa güneşte yanan derilerimizin
acısı sonraki günlerimizi gölgelemeye yetiyor. Hepimiz şaşırıyoruz, havanın
aşırı sıcak olmamasına rağmen derilerimizin bu şekilde yanmasına. Sanırsak bu
da Kenya’nın ekvatorda olup güneş ışınlarının dik açıyla gelmesinden
kaynaklanıyor.
 dan.
Bazen bu insanların bu kadar sabırlı olmasına şaşırıyorum. Düşünsenize, bir
günde kim bilir kaç yolcu taşıyorsunuz ve sürekli dil döküyorsunuz her
seferinde fiyat üzerine. Matatuda muavin aracın kapısının üzerine tak tak
vuruyor şoföre durmasını belirtmek için. Ben de kendimi tutamayıp muavin gibi
vuruyorum. Neyse ki ters bakışlardan öteye geçmiyor tepkileri ;) Bir ara şoförle
muavin, yolda bekleyen bir kadını binmesi için ikna edemeyince biz de giriyoruz
araya, ikna oluyor kadın böylece biz de çok beklemeden yola devam etmiş
oluyoruz. Carol ile buluşup evine gidiyoruz. 2 odalı küçük bir ev.                          26 yaşında
olan
dan.
Bazen bu insanların bu kadar sabırlı olmasına şaşırıyorum. Düşünsenize, bir
günde kim bilir kaç yolcu taşıyorsunuz ve sürekli dil döküyorsunuz her
seferinde fiyat üzerine. Matatuda muavin aracın kapısının üzerine tak tak
vuruyor şoföre durmasını belirtmek için. Ben de kendimi tutamayıp muavin gibi
vuruyorum. Neyse ki ters bakışlardan öteye geçmiyor tepkileri ;) Bir ara şoförle
muavin, yolda bekleyen bir kadını binmesi için ikna edemeyince biz de giriyoruz
araya, ikna oluyor kadın böylece biz de çok beklemeden yola devam etmiş
oluyoruz. Carol ile buluşup evine gidiyoruz. 2 odalı küçük bir ev.                          26 yaşında
olan |  | 
| Carol'ımız ;) | 
|  | 
| Mombasa'da pazar kurulur. | 
Mombasa’da akşamları ayrı bir hava esiyor. Günlerini geçim
kaygısı ve çabasıyla geçiren insanlar günün üzerine düşen karanlıkla birlikte
tüm kaygılarını, sorunlarını gömüp eğlenceye salıyorlar kendilerini. Barlar,
müzikler, danslar… Afrikalıların dansta doğuştan yetenekli olduklarını anlamak
için bir bara gitmeniz yeterli. Buna rağmen belli bir vakitten sonra sokaklarda
olmak pek güvenli olmayabilir.
Mombasa’da 3 gün geçirdikten sonra renkli takma bonus saçlarına hayran kaldığımız Carol ile vedalaşırız. Aklımızda soru işaretleri: Carol neyle, nasıl beslenir? Çünkü evde yemek pişirdiğine denk gelmeyiz hiç. Sabahları da kahvaltı yapmadan çıkıyor. Meğer biz yemeğe ne düşkün milletmişiz. Yemek bizim hayatımızda önemliymiş gerçekten. Bunu en çok bu kadar açlık çektiğimiz topraklarda anlıyoruz en iyi. Bir de içimizde bir keşke: Keşke vaktimizi daha iyi ayarlayabilseydik de başta en küçük boyutundan tutun da dünyanın en büyük boyutuna sahip timsah olmak üzere pek çok hayvan görebileceğimiz Crocodile Park’a gidebilseydik. Mombasa’dan sonra yol arkadaşlarımla yollarımız ayrılır. Onlar Türkiye’ye döner ben de yoluma tek başıma devam ederim.
MALİNDİ
| Günü doğuran balıkçılar... | 
Kahvaltıdan sonra tekrar dışarı çıkıyorum Benjamin’in Kenyalı balıkçı arkadaşlarıyla buluşmak için. Beni timsahları, su aygırlarını görebileceğim bir köye götürebileceklerini söylediler. Büyük bir hevesle yola düştüm yine. Önce hediyelik eşyaların satıldığı bir pazara uğrayıp oradaki insanlarla sohbet ediyorum. Sonra balıkçı arkadaşlarıyla buluşuyorum. Günün sonunda içimin öfkeyle dolduğunu hatırlıyorum. Uzak değil dedikleri yer için en az 10 km yürüyoruz ve binebileceğimiz bir taşıtın asla geçemeyeceği kırsal bir yer. Timsah varsa bile suyun altına saklanmış ve ben sadece çok uzaktan su aygırlarının kafasını görüyorum. Meğer onlar da daha önce hiç gelmemişler buraya. Hem öfkeleniyorum hem de hayal kırıklığı yaşıyorum. Bir de gezinin sonunda benden para isteyince daha da şaşırıyorum. İnsanlara kanmamak elde değil. O an çok sinirlendiğim bu deneyime şimdi gülüp geçiyorum tabi. Hatta yol boyunca tek tük rastladığımız insanların yaşamına azıcık göz atabildiğim için mutlu bile hissediyorum kendimi. Hiçbir şeyin ortasında yaşamak… Tüm kaynakları kendi emekleri. Evlerini yuvarlak bir şekilde kendileri yapmışlar topraktan, üzerini de palmiye yapraklarıyla örtmüşler. Yanına ahır eklemişler. Ağacın kuru dallarına emeklerini katıp bahçelerini çevrelemişler. Susadığımız da bize su değil de bir ağacın kökünden elde ettikleri bir sıvıyı ikram ediyorlar. Kenya’da içecek su temin etmek sıkıntı. Kendi dünyamda bir benzerine rastlamayacağım bu hayatlara rastlayınca zenginleştiğimi hissediyorum.
| Tüm dünyası kendisidir adamın... | 
             Nairobi
bambaşka bir dünya. Kapısını azıcık aralayıp da şöyle bir baktıktan sonra hemen
kaçmanız gereken bir yer. Kaosun kendisi Nairobi. Sanki biri bu kentin
ayarlarıyla oynayıp bozmuş da her şey rayından kopuvermiş. Kalabalık, insanlar,
koşturmaca, trafik, aniden karşınıza çıkabilecek her türlü araç, merhaba diyip
kolunuzu tutan birileri, hırsızlık, soygun, korku, güvensizlik, tedirginlik…
İnsanı yoran bir kent. Nüfus bu kente yoğunlaşmış, pek çok insan iş bulmak için
ailesini, memleketini bırakıp buraya göç etmiş. İnsanlar çalışmak için yaşamaya
ara vermişler sanki. Dur düğmesi olmalı bu kentin. Arada basmalı o düğmeye
derin bir nefes alabilmeleri için, şöyle durup etraflarına bakabilmeleri için. 
| Lake Nakuru National Park | 
| Lake Nakuru | 
Naftal’ın okulunu ziyaret ediyorum bir gün sonra. İçinde yüzme havuzu, devasa boyutta oyun alanı ve pek çok olanağı var. Naftal’ın minik öğrencileriyle tanışıyorum. 3 ve 4. Sınıf öğrencileri. Hepsi İngilizce’yi çok akıcı konuşuyor. Tüm okullarda eğitim dili İngilizce zaten. Yarınki Müzik Şenliği’ne hazırlanıyor öğrencileri. Şarkılar, danslar… Özgüvenlerine, becerilerine hayran kalıyorum. Bu ülkeden ayrılmadan ülkenin bu yüzünü de görüyorum. Evinde suyu, elektriği, tuvaleti, banyosu olmayan insanlar bir de varlıklarını saymanın dilimizi yoracağı insanlar. Hepsi aynı topraklarda, aynı dilde, aynı havayı soluyor.
| Naftal'ın öğrencileri | 
| Karen Blixen'ın evi | 
Yola devam edip şelalere varıyoruz. Fabrika atıkları mahvetmiş suyu, şelalerin döküldüğü yerde kimyasallardan oluşan köpükler uçuşuyor. Kim umursar? Biz bir kenara çömelmiş izlerken insanlar suyun içine dalıp eğleniyorlar. Az ileride minik bir çocuğa rastlıyoruz. Minik çocuk, bir bebeği sırtlamış eve götürüyor. Bebek işemiş altına, ordan sızmış onu taşıyan çocuğun pantolonuna. İşte benim yetiştiğim dünya bana bunları görmeyi öğretti. Bunları görmeden edemiyorum. Şelalenin kirli olduğunu, bebeğin altına işediğini, elbiselerin yırtık, ayakların toprağa çıplak bastığını… Gözlerin pek görmeye alışkın olmadıklarını görüyorum.



 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder