 |
Masailer |
Kenya’dan
döneli zaman akmış, 10 günü geçmiş.
İstanbul’da kar... Perdeyi kenara çeker,
penceremin önüne ilişirim. Penceremde saksılar, saksılarda yapraklarını
dökmüş çiçekler ve bir lale toprağından fışkırmış… Gökten bembeyaz pamuklar
uçuşur yere doğru. Cenneti hep güneşli bir ilkbahar havasında kurarım kafamda
yemyeşil ağaçları, rengârenk çiçekleri ve kıyısında köpük köpük akan ılık bir
nehirle. Oysa bir kış da olabilir cennet bembeyaz güzelliğiyle, gözleri
kamaştırırcasına. Yaratıcının sihirlerini gösterme anlarından birindeyim sanki.
Hokus pokus diyip ellerinin bir hareketiyle beyaza boğuyor dünyayı. Gökten
mucizeler yağdırıyor, her bir parçası kendisi aslında. Yüzünde muzip bir
gülümseme: ‘Haydi bakalım tadın bu güzelliği ve cömertliğimi!’ dercesine. Öyle muazzam, öyle gerçek üstü bir güzellik
ve bu güzelliğin içinde Kenya’nın melodisi çalar. İnsanın içini kıpır kıpır
eden, ruhunu coşturup rengârenk eteklerin bedenin her hareketiyle uçuştuğu
sıcacık topraklara götüren şarkılar… Ruhum azıcık şekillendirebilseydi
bedenimi, bedenim kıvır kıvır kıvrılırdı bu ritimlerde. Ama bedenim ruhumu
hapseden eğilmez, bükülmez bir kutu sanki.
Kenya…
Türkiye’de bin kişiden bir kişinin ziyaret ettiği bir ülke. Uzak bize, uzaklığı
mesafesinden değil sadece. Hayali bile uzak. Hayallerimize uğramaz bu ülke. Neden
düşlemez insanlar bu ülkeyi? Sanki ismi fısıltıdır bu ülkenin, saklar kendini.
Biz, bir yoksulluğunu biliriz bu ülkenin. İçimizi acıtır ve belki içimizi
acıtan şeylerden kaçtığımızdandır onu tanıyamamak.
 |
Narok-Masai Mara arası |
Kenya’yla
ilk olarak dokuz yıl önce kesişir yollarımız. Bir dönem Norveç’te okurum ve
okuduğum okulda Kenyalı öğrenciler… Ülkeleri gibi sıcacık insanlar. Şairin
dediği gibi: ‘Bir insanı sevmekle başlar her şey.’ Bir insan hiç bilmediğimiz
bir dünyanın kapılarını açabilir bize. Ne varsa merak ederiz o insana dair.
Ülkesini, dilini, melodilerini… Naftal ile tanışırım. Müzik bölümünde okur
Naftal. Piyano çalar bana sık sık ve köyünden, insanlarından bahseder. Kenya
filizlenmeye başlar içimde, düşlerimi o topraklar üzerinde kurarım. Ama
öylesine masalsıdır ki bu düşler. Tüm siyahî insanların içine kendimi
yerleştiririm ama yerleştirmeyi pek beceremem, komik bir senaryo çıkar ortaya;
yılanlarla karşılaşırım o yabancı topraklarda ve ben en çok yılandan korkarım,
o insanlar beni kurtarmak için üstün yeteneklere sahiptir. Naftal’a söz veririm
aynı yıl içerisinde Kenya’ya gelip onu ziyaret edeceğime. Sözler uçar, anılar
silikleşir, hayat başka bir yönde akar.
 |
Biz dört kişiydik :) |
Sonra
zaman, dokuz yıl ve yirmi ülke dolaştıktan sonra Kenya’ya vurur beni. Bir şubat
tatilinde farklı bir ülke çeker beni. Hayata çok da anlam yükleyemediğim bir
anda yoksulluğu görmek isterim, her şeye rağmen insanların yaşama nasıl
tutunduğunu ve Afrika’nın kalbini hissetmeyi, yaşama bir de başka bir kıyıdan
bakmayı. Yeniden heyecan duyacak bir sebep vardır benim için. Defalarca düşler
kurar kurar bozarım. Bir türlü beceremem sanki orayı düşlemeyi. O kadar
bilinmezdir orası benim için. Yollara düşmeden Out of Africa’yı izlerim ve
Karen Blixen ile böyle tanışırım. Bir dönem Kenya’da yaşayan Danimarkalı Karen
Blixen’ın Müzesini ziyaret etmek yapılacaklar listesine eklenir. Bir de belgeseller
ve bu belgesellerde Serengeti ve Masai Mara arasında gerçekleşen, insanı
şaşkına çeviren büyük hayvan göçleri. Oysa bizim gideceğimiz vakit göçsüz bir
vakit. İçimizde bir ukde kalır.
Yola
çıkma vakti gelir. Başta tek başıma çıkmayı planladığım yolculuğa dört kişi
çıkarız: Ben, Xezal, Aysun ve İlker. Uçuşumuz Amsterdam aktarmalı olduğu için
gereğinden çok daha uzun sürer yolculuğumuz ve daha Türkiye’den ayrılamadan pek
çok görevli sorular sorar bize. Öyle ki kendimizi şüpheliler listesinde yer
alır gibi hissederiz ve tedirgin oluruz. Sebebini sorduğumuzda Hollanda’nın bu
talimatları verdiğini ve çok sıkı tuttuğundan bahsederler. Oysa Amsterdam’a
vardığımızda kimse bizi durdurup tek kelime sormaz. Hazırlıksız hissederim
kendimi bu yolculuğa. Sanki ruhen daha hazır değilmişim gibi. Günlük koşturmaca
içerisinde kendimi oraya iliştirmeye vakit bulamadığımdan sanırım. Yanıma birer
adet Kafka ile Cemal Süreya, iki adet de Orhan Veli almak isterdim. Cemal
Süreya bir Afrikalı kadını aşkla dillendirsin, sözcükleri kadının saçından
süzülsün ayak parmaklarına dökülsün.
‘Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dâhil.’
Sonra
Kafka, biz sıradan insanların aksine hayata bir türlü alışmayı beceremeyen,
suyundan çıkarılan bir balık gibi çırpınan ve her şeyin kendisine olağanüstü,
yabancı ve yeni gelen edasıyla bir çocuk misali sürekli sorgulayan adam… Kenya’da güneşli bir vakitte taburesine
kambur oturmuş, gözleri başka bir dünyaya ait insanların farklılığıyla büyülenerek hiçbir detayı kaçırmamacasına kocaman
açılmış, elinde kalemi saçılıyor sözcükleri
kâğıda ama bir yandan korkar kendini olduğu gibi tutup her kelimenin içine
atmaya. Sonra Orhan Veli koşsun
yardımına Kafka’nın, kurtarsın onu tedirginliğinden ve sürüklesin güzel
havalara, coştursun hepimizi. Bir de filmimizi çeken biri olmalı. Bu
karakterlerle nasıl baş eder bilmiyorum ama Tony Gatlif olmalı mesela. Afrika
ezgileriyle dans eden kadınları resmetmeli cümbüş havasında. İçimde hepsini götürebilmek isterdim.
Hepsinin gözüyle Kenya’yı görebilmek, hissedilmek ve aktarabilmek…
NAİROBİ- MASAİ MARA
Rehberimiz
Patrick ile safarimiz başlar. "Safari"
sözcüğü Svahili dilinde seyahat anlamına gelen sözcükten türemiş. Nairobi’yi ve
tüm kargaşasını geride bırakırız. Great Riff Vadisi’nde mola veriyoruz.
Hediyelik eşyaların satıldığı ufak dükkânlar, dağların arasına çarşaf gibi
serilmiş manzaranın önüne uzanan duvar, duvara yaslanmış sandalyelerde oturan
adamlar, yarım yamalak sohbetler… İlerliyoruz asfalt bitiyor, taşlı topraklı
yollar başlıyor, yavaşlıyoruz, yol uzuyor. Zaman geçiyor ve bizim tuvalete
gitmemiz gerekiyor. Yol kenarına yakın bir ev görüyoruz. Evin önünde bir kadın
ve iki çocuğu. Kadın bize tuvaleti gösteriyor. Kapısız taştan örülmüş bir
tuvalet, suyu da yok. İnsan, başka bir dünyaya doğru yola çıkarken pek çok
şeyini geride bırakmalı bence. Ama yine de insan sormadan duramıyor. Eski
dünyamızdan getirdiğimiz algılarımız kafamızda bir sürü soru üretiyor.
Aklımızda sorular, devam ediyoruz yola.
Narok’a varıyoruz. Öğle yemeği molası. Menüde tavuk, makarna, yeşil
mercimek ve salata var bir de pek hazzetmediğimiz ayrı tatları ve kokuları.
Aysun’la zorlarız kendimizi yemek için ama Xezal ile İlker, yanı başımızda
duran kediye vermeyi tercih ederler yemeklerini.
 |
Masai Mara'da kampımız |
 |
Bodyguardlarımız :) |
Hava
kararmadan varırız Masai Mara’ya. Çok yorgun olduğumuz için bugün safariye
başlamayıp direk kampa geçeriz. Kampımız mütevazı olanaklarıyla gayet sevimli
ve huzurlu bir yer. Çadırdan odalar, ağaçlar, yeşilliğin içerisinde oraya
buraya serpilmiş banklar… Kampa gelir gelmez karnımızı doyururuz. Çok şükür ki
İlker yanında Kenyalıların yemediği zeytin, peynir, helva gibi bir sürü yiyecek
getirmiş. Çerez getirmeyi bile akıl etmiş. Bir de Xezal’ın getirdiği çöreklerle
birleşince dünyanın en güzel sofrasına sahipmiş gibi hissediyor insan kendini.
Yemekten sonra Xezal ile İlker dinlenmeyi tercih ediyor. Aysunla biz ise hemen
keşfe çıkmak için heyecanlanıyoruz. Oysa kamptan çıkmamız yasak imiş. Başımıza
bir şey gelmesinden korktuklarından… Ama biz ısrar edip yanımızda iki görevliyle
sokaklara düşüyoruz. Hapishaneden kaçarcasına coşkuyla atıyoruz kendimizi
dışarı. Bambaşka bir dünya, kendimi bir tarafına iliştiremeyecek kadar farklı.
Sanki biri beni iple yukardan salmış da her an geri çekebilir gibi. Pek de
yüksek olmayan dağlarla çevrili bir alan düşünün; asfaltı unutun; toprağı
düşünü; taşı düşünün üzerinde yeşilliklerle ve bu toprağın üzerinde kimi yerde
bitişik, kimi yerde tamamen ayrı hiçbir plana uymayan gecekondu tarzında küçük
küçük evleri, dükkânları hayal edin. Sonra başınızın üzerinde en temiz, en
dokunulmamış haliyle masmavi bir gökyüzü. Bu gökyüzünün altında rengârenk
kıyafetleri, boncuklu aksesuarları, halhalları ve bellerinde şangur şungur ses
çıkartan kemerleriyle insanlar… Erkeklerin üzerinde şallar, çarşafa dolanmışlar
sanki. Kimi pazardan aldıklarını sepete koyup sırtlıyorlar evlerine doğru, kimi
evlerinin önüne çömelmiş vakit geçiriyor. Jambo diyip selamlaşıyoruz
sokaktakilerle. Hala şaşkınız, şöyle silginin ucunu azıcık değdirseler bize
hemen silinip gideceğiz sanki o kareden ve tüm gerçekliğine dönecek orası. Fotoğraf
çekmeye korkuyoruz. Çoğu hoşlanmıyor bundan. Benim şaşkınlığım azıcık
karşılığını bulsa belki daha kolay inanacağım bu dünyanın gerçekliğine. Ama
insanlar yer açıyorlar bize o karenin içinde. Bir terziye denk geliyoruz.
Kapıdan giren loş ışıkta dikmeye çalışıyor elbiseleri. Elektrik yok, akşam 7 ve
10 arasında jeneratör çalışıyor. Nasıl olur da aynı gökyüzü altında bu kadar
farklı olur yaşamlarımız? Sınırlar nasıl da ayırır bizi birbirimizden? Dilimiz,
inançlarımız, kıyafetlerimiz, evlerimiz, toprağımız, ezgilerimiz,
kahvaltılarımız, bakışlarımız, susuşlarımız, uyanışlarımız; her şey nasıl da
renk değiştirir! Hava iyice kararmış.
Kampa geri dönüyoruz.
 |
Masai Mara National Park |

Başka
bir gün… Safari vakti. Erkenden uyanıp kahvaltı yapıyoruz ve Masai Mara Reserve
Bölgesine giriyoruz. Kocaman bir alana sahip olan bu bölge 1510 km2.
Güneş ve yeşil bir doğanın içinde ilerliyoruz jipimizle. İlk çitalara
rastlıyoruz, sonra sırtlanlar, ceylanlar, buffalolar, antiloplar, filler,
kuşlar, zebralar, zürafalar, su aygırları, aslanlar… Sabahtan akşama kadar
hayvanların peşinde geçiriyoruz zamanımızı. Üç aslan mayışmış uzanıyor, kimi
bizden rahatsız olup uzaklaşıyor. Sırtlanlar bir hayvanı avlamış yiyorlar. Hep
ekrandan izlediğimiz belgesellerin içindeyiz şu an. Sanki biri eline fırçayı
alıp yeşile ve kahverengiye daldırmış, sonra da serpiştirmiş yeryüzüne
renkleri. Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı burası olmalı. Tam da burada durup
göğe bakmalı insan. Keşke arabadan çıkabilsek... Patrick’e defalarca yalvarıyoruz ama izin
vermiyor. Çimlere uzansak sırtüstü, güneşten gözlerimiz kırpışsa, içimiz
ısınsa… Tertemiz havaya kuş sesleri eşlik ediyor. Zaman bir nehir gibi bir
çağlayan gibi akmıyor burada. Usul usul akıyor. Yer altından sızan zayıf bir akıntının
tekrar kuru bir toprağa karışması gibi geçiyor zaman. Yavaş yavaş.
 |
Yer ve gök açılır, soframız kurulur :) |
Karnımız
acıkıyor. Patrick sonunda hayvanlardan çok uzak olduğumuz bir yerde indiriyor
bizi arabadan. Soframızı serip piknik yapıyoruz. Bizim dışımızda kimse yok
etrafta. Büyük bir iştahla yiyoruz bu defa. Yerken tüm güzelliğini de içimize
çekiyoruz anın ve doğanın. Meğer ne kadar kopmuşuz doğadan yıllardır. İnsanın
özünü bulması gibi yeniden.
Bugünlük
bitiyor safari. Kampa girmeden su alıyoruz bir bakkaldan. Sahibi Somali kökenli
olan Muhammed. Eşi ve çocukları başka bir şehirde yaşlı annesinin yanında
kalıyormuş. Bakkalın hemen arkasında kaldığı yere göz atıyoruz. Dikdörtgen
şeklinde yan yana sıralanmış odalar. Birkaç kişiyle birlikte kalıyormuş.
Türkiye’den geldiğimizi söyleyince seviniyor. Somali’ye yapılan yardımlardan
dolayı minnettar. Pazarlık yapmayı ihmal etmeden su ve çikolata alıyoruz
kendimize. Tekrar arabaya dönüyoruz Aysunla. Oysa bizimkiler gitmişler kampa.
Biz de fırsat bu fırsat özgürlüğün tadını çıkarıp sokaklara dalıyoruz yine.
Etrafta gezinen, oynayan çocuklar. Çoğu para ya da şeker istiyor bizden. Bir
evin bahçesinde top oynayan çocukların yanına gidiyoruz. Bir sürü poşet ve ipi yumak haline getirip
top yapmışlar kendilerine. Aralarında İngilizceyi çok akıcı konuşan Reagan ile
sohbet ediyoruz. 12 yaşında, zekâsını hemen belli eden bir çocuk. Oradaki çoğu
çocuk gibi Reagan da okulu bırakmak zorunda kalmış maddi sebeplerden dolayı.
Ona sponsor bulup bulamayacağımı sordu. Bir yanım umutla onun için bir şeyler
yapabileceğimi söylerken diğer yanım gerçekçi olmamı, Reagan’dan önce yanı
başımızdakiler için bir şeyler yapmam gerektiğini söylüyordu. Ne yapabilirim ki
Reagan için, gerekli yardımı toplasam bile nasıl ulaştırabilirim kendisine?
İnsanı dibe çeken çaresizlik…
Başka
sokaklarda ilerliyoruz. Bir kuaföre denk geliyoruz bu sefer. Minicik bir kutu
gibi. İçinde bir ayna ve sandalye var. Aynanın üstünde asılı çeşit çeşit saç
modelleri. Kuaför, bir kadının kısacık saçlarına saç ekleyip örüyor. Biz de
merak ediyoruz ne kadara yapıyor diye. ‘1800 şili’ diyor. Çok şaşırıyorum bu
kadar pahalı olmasına (Gerçi sonra öğreniyorum ki Türkiye’de çok daha pahalıymış.) ve bu denli kötü (neye göre kötü acaba?) koşullar altında
yaşayan insanların bu kadar parayı verebilmesine. Müşteriye ne iş yaptığını
soruyorum. Bir eczanede çalışıyormuş başka bir şehirde. Çok hızlı örmesine rağmen çok
vakit alan bir iş.
Kuafördeyken Patrick bizi buldu. Suçüstü yakalanmış gibi
hissettik. Öncesinde de kamptaki görevliler peşimize düşmüştü. Neyse ki Patrick’i
yine ikna edip kurtuluyoruz. Bizi şaşkınlığa çevirircesine bar ve oteller var
sokak üzerinde. Tabi bu kelimeler bizim beynimizde şekillenen halinden çok
farklı. Bir odaya otel demişler sadece. Bir kasapla tanışıp muhabbet etmeye
çalıştık ama aslında pek anlayamadık neyden bahsettiğine. Kokuya da dayanamayıp
çıktık oradan. Sonra bir barın kapısında dans ettik çalan müzik eşliğinde.
Birileriyle sohbet ederken Patrick geldi yine. Bu sefer mecburen kampa
dönüyoruz. Akşam yemeği, ardından çay ve İlker’in çerezinin tadının çıkarma
vakti. Çadırımızda elektrik yok, karanlıkta oturup sohbet ediyoruz.
Güneş
doğarken safariye çıkıyoruz 3. günümüzde. Sabah vakitlerinde daha çok hayvanla
karşılaşıyoruz. Bu sefer erken dönüyoruz kampa. Kampa çok yakın olan bir Masai Köyünü
ziyaret ediyoruz. Girişler ücretli, kişi başı 10 dolar. Masailer Kenya’daki 42
kabileden biri. Her bir kabilenin ayrı bir dili var ancak ortak dil Svahili. Pek
çok kabilenin aksine Masailer ilkel yaşamlarını sürdürmeye devam ediyor. Sivrisineklerin istila ettiği köye Ken’in
rehberliğiyle giriyoruz. Etrafı çitlerle çevrili olan köyde 16 ev var.
 |
Masai Köyü |
Köy, Ken'in babasına aitmiş. Babası 8 kadınla evlenmiş. Her bir kadının çocuklarıyla
yaşadığı ayrı bir ev. Evlenen çocukları da var. Çok eşlilik yaygın. İlk eşi
anne baba seçerken diğer eşleri erkek kendi seçebiliyor. Evlenmek için kız
tarafına 10 inek, 10 koyun ve 10 tane de giydikleri şallardan almaları
gerekiyor. Ken de o yüzden hala evlenememiş sanırsak! Birkaç erkek sıralanıp
dans ediyor bizim için. Sonra ilkel yöntemle nasıl ateş yaktıklarını
gösteriyorlar. Ardından bir evin içine giriyoruz. Eve ilk girdiğimizde kapkaranlık geliyor
bize, zamanla alışıyor gözlerimiz. Minik kare bir pencere yapmışlar güneş
girsin diye o kadar. Arada mesafe bulunan daire şeklinde sıralanan evleri
kadınlar kendileri topraktan yapıyormuş ki bu da 2 ay sürüyormuş. Erkeklerde
çitleri örüp hayvanları otlatıyorlarmış. Küçücük evler, 2 odalı. Girişteki oda
ahır gibi kullanıyor diğer oda da onların yaşam alanı. Odanın bir tarafında anne
babanın kullandığı sedir, diğer tarafında çocuklar için ayrı bir sedir, orta da
odunları yaktıkları mutfak diye adlandırdıkları bir ocak. Evdeki her şey bundan
ibaret. Su yok, elektrik yok, tuvalet, banyo yok evin içinde. İnsanın bu kadar
az şeyle yaşayabilmesi hem şaşırtıyor hem de imrendiriyor beni. Ne güzel
maddeye ihtiyaç duymadan bu denli yalın yaşayabilmek. Özgürlüğün başka bir
penceresi belki. Oysa modern dünyada insan nerdeyse tüm yaşamını bir şeylere
sahip olmak yolunda harcıyor. Sahip olmak istediklerimizin kölesi haline
geliyoruz. İsteklerimiz bitmiyor, hep yenisi, hep daha fazlası.
Evden
çıktığımızda bu kez kadınlar dans gösterisi yapıyor. Tabii köylülerin bu işi
artık ticarete çevirmiş olması huzursuz ediyor bizi. Keşke bizi kendilerinden para
koparabilecekleri birileri olarak değil de onca yolu sırf onları tanımak,
onlarla samimi bir muhabbet kurup hayatlarını anlamak için geldiğimizi fark
etseler. Belki de asıl bizim fark etmemiz gereken, onlar temel ihtiyaçları
uğruna didinirken bizim niyetimizin pek de bir öneminin olmadığı.
Köyün
başka bir kapısından çıkıyoruz. Çıkışta kadınlar pazar kurmuş, hediyelik
eşyalar satıyorlar. Uçuk fiyatlar söylüyorlar önce sonra dakikalarca süren
pazarlık yoruyor insanı. Sonunda başarıyoruz oradan çıkmayı. Kampta kahvaltı
yaptıktan sonra Nairobi’ye gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yolu seyre dalıyoruz.
Yol akarken biz de hayatların içerisinden süzülüp gidiyoruz. Yol kenarında bir
sürü aleo vera var, dünyanın en faydalı olduğu iddia edilen bitki. Patrick’i
durdurup koparıyoruz birkaç yaprak. Yüzümüze sürüyoruz akan suyunu. Yüzümüz
sapsarı ve inanılmaz geriliyor. Gençliğin sırrını bulmuşçasına seviniyoruz.
Narok’a vardığımızda daha fazla ilerlemiyoruz çünkü eylem var. Masai
liderlerinin yakalanması sebebiyle halk sokağa dökülmüş. Yolda yanan lastikler,
yolun ortasına atılmış taşlar… Ayrıntıları öğrenmeye çalışıyoruz ama Patrick
pek bir şey anlatmıyor bize. Çok uzun zaman beklemek zorunda kalıyoruz. Sonra
yavaş yavaş ilerleyebiliyoruz yine. Eylemin ne kadar geniş bir alana
yayıldığını fark ediyoruz.
Nairobi’ye
varıyoruz sonunda ancak bu sefer de berbat bir trafik başlıyor. Patrick otobüs
terminaline bırakıyor bizi, vedalaşıyoruz. Çantalarımızı otobüs firmasına
bıraktıktan sonra Naftal’la görüşüyoruz. 9 yıl sonra bir zamanlar çok yakın
olduğum arkadaşımla karşılaşmak ne tuhaf bir duygu. Heyecanlanıyorum. Naftal
geliyor sonra. Kilo almış biraz. İnsan
dokuz yıllık ayrılığı nasıl sığdırır bir kavuşmaya? Hem hiç ayrılmamış gibiyiz
ya da sanki birlikte olduğumuz anlar bir masalmış gibi. En hızlısından hasret
gidermeler, boşlukları doldurmalar, geçmiş günleri yâd etme… Xezal ile Aysun
sigara içme krizine girerler onca yolculuktan sonra ancak Kenya’da sokaklarda
sigara içme yasağı var. Her kentte bu yasağa pek uyulmasa da Nairobi de denetim
sıkı olacak ki kimse içmiyor. Caddelerde ara ara belli bölmeler oluşturulmuş
sigara içenler için. Onlar oraya girip sigara içiyor, biz de dışarıda bekliyoruz.
Karnımız acıkır yine. Bu sefer kararlıyız bir Türk lokantasında yemek yemeye.
Uzun bir süre gezindikten sonra bulduğumuz lokantanın kepenkleri inmiş. Hayal
kırıklığıyla bir pizzacıya giriyoruz. Vaktimiz az. Naftal’la terminale
dönüyoruz yine. Kısa bir kavuşmanın ardından tekrar vedalaşıp Mombasa’ya doğru
yola çıkıyoruz. Geçmiş anların kısa bir zaman için bile olsa canlanıp dönmesi
ne keyifli! Gerçekle hayal arasında var olan geçmiş…
Kenya’nın kıyısında bulunan Mombasa ile Nairobi arası 8 saat
sürüyor. Sabahın erken saatlerinde varıyoruz oraya. Carol’ın evinde kalmayı
planlıyoruz. Onun evi de Mombasa’nın bir ilçesinde. Matatu dedikleri minibüse
biniyoruz onun evine gitmek için. Matatuya her bindiğinizde pazarlık yapıp
fiyatı indirebilirsiniz. Bir de tuk tuk var, üç tekerlekli üstü kapalı motorlar
dan.
Bazen bu insanların bu kadar sabırlı olmasına şaşırıyorum. Düşünsenize, bir
günde kim bilir kaç yolcu taşıyorsunuz ve sürekli dil döküyorsunuz her
seferinde fiyat üzerine. Matatuda muavin aracın kapısının üzerine tak tak
vuruyor şoföre durmasını belirtmek için. Ben de kendimi tutamayıp muavin gibi
vuruyorum. Neyse ki ters bakışlardan öteye geçmiyor tepkileri ;) Bir ara şoförle
muavin, yolda bekleyen bir kadını binmesi için ikna edemeyince biz de giriyoruz
araya, ikna oluyor kadın böylece biz de çok beklemeden yola devam etmiş
oluyoruz. Carol ile buluşup evine gidiyoruz. 2 odalı küçük bir ev. 26 yaşında
olan
 |
Carol'ımız ;) |
Carol, erkek kardeşiyle yaşıyor. Erkek kardeşi, Kevin, üniversiteye gitmek
için yeterli parası olmadığı için ablasıyla birlikte bir alış veriş merkezinde çalışıyor.
Kevin’in kız arkadaşı Sally de onlarda kalıyor bazen. Sally bizi hayatta
görebileceğimiz en güzel sahillerden birine götürüyor. Yumuşacık, kar beyaz
kumlar gözlerimizi kamaştırıyor. Bir de turkuaz renginde tertemiz bir su ve
onun üzerinde masmavi bir gökyüzü. Orta sınıftan biri olarak böyle bir yerde olabilmek
ve pek çok kimsenin belki de gözünün hiç değmediği bu güzelliğin içinde yer
almak kendimizi çok ayrıcalıklı hissettiriyor. Oysa güneşte yanan derilerimizin
acısı sonraki günlerimizi gölgelemeye yetiyor. Hepimiz şaşırıyoruz, havanın
aşırı sıcak olmamasına rağmen derilerimizin bu şekilde yanmasına. Sanırsak bu
da Kenya’nın ekvatorda olup güneş ışınlarının dik açıyla gelmesinden
kaynaklanıyor.
 |
Mombasa'da pazar kurulur. |
Mombasa, %90'ı Hristiyan olan bu ülkede Müslümanların ağırlıkta yaşadığı bir kent. Sayısı artan camiler, Arapça
isimlerle dükkanlar, insanların değişen çehreleri bunun en belirgin
göstergeleri. Araplar Umman’dan 1600 lü yıllarda gemilerle gelip kıyı
şehirlerine yerleşmişler. Araplardan önce Portekizliler kenti ele geçirmiş.
Hint okyanusuna hakim olmak ve baharat ticaretini yapmayı hedefleyen
Portekizliler yüksek vergilerinden dolayı Mısır üzerinden geçmek yerine yolu
biraz daha uzatıp Güney Afrikadan geçmişler. Bu esnada Mombasa’yı da ele
geçirip Hristiyanlığı yaymayı amaçlamışlar ve 1593 yılında şehrin kıyısında İsa
Kalesi’ni kurmuşlar. Biz de yanımıza bize gönüllü rehberlik yapacağını söyleyen
Bilal’le birlikte kaleye doğru adımlıyoruz. Yol üzerinde meyvelerini yere
sermiş satıcılardan alış veriş yapıp isimlerini hatırlayamadığım pek çok farklı
meyvelerin tadına bakıyoruz. Şeker kamışı en beğendiklerimiz arasında. Ayrıca
Türkiye’de pek yiyemediğimiz ananas ve mangodan bol bol yiyoruz burada… Kaleye
giriş 10 dolar. Xezal ile Aysun hediyelik eşya almayı tercih edip kaleye
girmiyorlar. Bilal’in kaleye dair fazla bilgisi olmadığından bize başka biri
daha eşlik ediyor. Kalenin yapısı insan vücudu şeklinde: baş, kol, gövde ve
bacaklar… Araplar daha sonra Portekizlilerle çatışıp kaleyi ele geçirir. Kaleyi
gezdikten sonra bizden para talep etmeyeceğini söyleyen Bilal, çok ani bir
değişime uğrayıp verdiğimiz miktarı da beğenmiyor. Yine bir hayal kırıklığı…
Bilal’den kurtulmaya çalışıp eski şehrin sokaklarında geziniyoruz. Dar
sokaklar, farklı mimarisiyle karşılıklı gökyüzüne uzanan ince yapılar…
Mombasa’da görülmeye değer bir de Hint Tapınağı var. Hintliler de Kenya’da
önemli bir konuma sahip. İngilizler, sömürü döneminde demiryollarını kurmak
için bu işte çok tecrübeli olan Hintlilerden faydalanmaya karar veriyor.
Avustralya’da olduğu gibi hapishanelerden bazı suçluları ülkeye getirip onların
iş gücünden faydalanıyorlar. Böylece Hintlilerin bu topraklara yerleşmeleri
sağlanmış oluyor. Şu anda da Hintliler özellikle ticaret yaparak ya da
marketler zinciri kurarak beyazlarla
birlikte ülkede en iyi işlere sahip olup üretimde aktif rol oynuyorlar.
Mombasa’da akşamları ayrı bir hava esiyor. Günlerini geçim
kaygısı ve çabasıyla geçiren insanlar günün üzerine düşen karanlıkla birlikte
tüm kaygılarını, sorunlarını gömüp eğlenceye salıyorlar kendilerini. Barlar,
müzikler, danslar… Afrikalıların dansta doğuştan yetenekli olduklarını anlamak
için bir bara gitmeniz yeterli. Buna rağmen belli bir vakitten sonra sokaklarda
olmak pek güvenli olmayabilir.
Mombasa’da 3 gün geçirdikten sonra renkli takma bonus
saçlarına hayran kaldığımız Carol ile vedalaşırız. Aklımızda soru işaretleri:
Carol neyle, nasıl beslenir? Çünkü evde yemek pişirdiğine denk gelmeyiz hiç.
Sabahları da kahvaltı yapmadan çıkıyor. Meğer biz yemeğe ne düşkün milletmişiz.
Yemek bizim hayatımızda önemliymiş gerçekten. Bunu en çok bu kadar açlık
çektiğimiz topraklarda anlıyoruz en iyi. Bir de içimizde bir keşke: Keşke
vaktimizi daha iyi ayarlayabilseydik de başta en küçük boyutundan tutun da dünyanın en büyük boyutuna sahip timsah olmak
üzere pek çok hayvan görebileceğimiz Crocodile Park’a gidebilseydik. Mombasa’dan
sonra yol arkadaşlarımla yollarımız ayrılır. Onlar Türkiye’ye döner ben de
yoluma tek başıma devam ederim.
MALİNDİ
 |
Günü doğuran balıkçılar... |
Bir başıma
kalmışken rotamı Malindi olarak belirlerim. Malindi, Mombasa’dan 2 saatlik
uzakta ve kuzeyinde kalan bir kıyı kenti. Matatuya binip yola çıkıyorum. Gece
nerdeyse hiç uyumadığımdan yol boyunca gözlerim kapanıp kafam düşüyor. Bir
yandan uyanık kalma çabası ya bir şeyim çalınırsa diye. Akşamın geç saatlerinde
varıyorum oraya. Bu sefer de gazeteci ve aynı zamanda modacı olan Ivy’nin evinde
kalıyorum. JIvy, benim gibi yanında kalan 2 Amerikalı gezgin Benjamin ve
Paul’la karşılıyor beni. Ivy’’nin evi tek odalı. İlk girişte sağda televizyon
yanında kitaplığı, sol tarafta ise yere dizilmiş mutfak eşyaları ve tam karşıda
bir yatağı var. Komşusuyla paylaştığı tuvalet ve banyo ise dışarda. Uykusuzluğa
dayanamayıp kısa bir muhabetten sonra yatıyorum ben.

Sabah
güneş doğmadan Benjamin uyandırıyor beni balığa çıkmak için. Balığa çıkmak
fikri öylesine heyecanlandırıyor ki bir gün önceki yorgunluğumu tamamen
unutuyorum. Bir kente gelip aydınlık yüzüyle görmeden sokaklara düşmek yine…
Sahile varıyoruz, pek çok balıkçı toplanmış sohbet ediyor. Kimisi ağıyla balık
tutuyor. Benjamin, balık tutmak için bizi yanlarına alacak arkadaşlarını
beklerken ben sahilde yürüyorum. İnsanı arafta kalmış gibi hissettiren bir
vakit. Karanlıktan kopmaya çalışan gökyüzü ve deniz. İnsanı büyülerken
ürkütüyor da bir yandan. Sanki koca evrende yok nefes alan başka bir canlı.
Gökyüzü ve deniz her an yutabilir gibi sizi. Ya da sona çok yaklaşmış gibi
hissediyor insan. Bir nefes daha verse tükenecek her şey. Bir nefes daha ve güneş
kendini gösteriyor, umutlar artıyor, yaşam silkinip filizleniyor yeniden.
Dalgalar denizde köpük köpük… Dalgalardan dolayı çıkamıyoruz balığa. Oysa bu
anı yaşamış olmak, evrenin bir halden başka bir hale nasıl geçtiğini seyretmek
yetiyor bana. Eve dönüyoruz kahvaltı için.

Kahvaltıdan sonra tekrar dışarı
çıkıyorum Benjamin’in Kenyalı balıkçı arkadaşlarıyla buluşmak için. Beni
timsahları, su aygırlarını görebileceğim bir köye götürebileceklerini
söylediler. Büyük bir hevesle yola düştüm yine. Önce hediyelik eşyaların
satıldığı bir pazara uğrayıp oradaki insanlarla sohbet ediyorum. Sonra balıkçı
arkadaşlarıyla buluşuyorum. Günün sonunda içimin öfkeyle dolduğunu hatırlıyorum.
Uzak değil dedikleri yer için en az 10 km yürüyoruz ve binebileceğimiz bir
taşıtın asla geçemeyeceği kırsal bir yer. Timsah varsa bile suyun altına
saklanmış ve ben sadece çok uzaktan su aygırlarının kafasını görüyorum. Meğer
onlar da daha önce hiç gelmemişler buraya. Hem öfkeleniyorum hem de hayal
kırıklığı yaşıyorum. Bir de gezinin sonunda benden para isteyince daha da
şaşırıyorum. İnsanlara kanmamak elde değil. O an çok sinirlendiğim bu deneyime
şimdi gülüp geçiyorum tabi. Hatta yol boyunca tek tük rastladığımız insanların
yaşamına azıcık göz atabildiğim için mutlu bile hissediyorum kendimi. Hiçbir
şeyin ortasında yaşamak… Tüm kaynakları kendi emekleri. Evlerini yuvarlak bir
şekilde kendileri yapmışlar topraktan, üzerini de palmiye yapraklarıyla örtmüşler.
Yanına ahır eklemişler. Ağacın kuru dallarına emeklerini katıp bahçelerini
çevrelemişler. Susadığımız da bize su değil de bir ağacın kökünden elde
ettikleri bir sıvıyı ikram ediyorlar. Kenya’da içecek su temin etmek sıkıntı.
Kendi dünyamda bir benzerine rastlamayacağım bu hayatlara rastlayınca
zenginleştiğimi hissediyorum.
 |
Tüm dünyası kendisidir adamın... |
Karpuz alıp
eve geçiyorum. Benjamin ve Paul ayrılmak üzereler Mombasa’ya gitmek için. Ben
de Lamu’ya geçmek istiyorum ancak Somali’den gelen bazı saldırılardan dolayı güvenlik sağlamak için Lamu’ya gece
otobüsü yokmuş. Bu da 2 günümün yolda
geçmesi anlamına geliyor. Ben de kararımı değiştirip Nairobi’ye doğru yola
çıkıyorum. Ivy işte olduğu için onunla vedalaşamadan, kendisini çok da
tanıyamadan ayrılıyorum ordan.
NAİROBİ- NAKURU-THİKA
 |
Nakuru'da tuvale döner evlerin duvarları |
Nairobi
bambaşka bir dünya. Kapısını azıcık aralayıp da şöyle bir baktıktan sonra hemen
kaçmanız gereken bir yer. Kaosun kendisi Nairobi. Sanki biri bu kentin
ayarlarıyla oynayıp bozmuş da her şey rayından kopuvermiş. Kalabalık, insanlar,
koşturmaca, trafik, aniden karşınıza çıkabilecek her türlü araç, merhaba diyip
kolunuzu tutan birileri, hırsızlık, soygun, korku, güvensizlik, tedirginlik…
İnsanı yoran bir kent. Nüfus bu kente yoğunlaşmış, pek çok insan iş bulmak için
ailesini, memleketini bırakıp buraya göç etmiş. İnsanlar çalışmak için yaşamaya
ara vermişler sanki. Dur düğmesi olmalı bu kentin. Arada basmalı o düğmeye
derin bir nefes alabilmeleri için, şöyle durup etraflarına bakabilmeleri için.
 |
Lake Nakuru National Park |
Nairobi’ye
karşı Nihir yetiyor bana kendimi güvende hissetmem için. Nairobi ne kadar
korkutucu ve güvensizse, Nihir de o denli koruyucu ve güvenilir. Hintli bir
arkadaşım, Nihir. 10 yıl önce tek başına gelmiş Kenya’ya çalışmak için. Bir
deterjan fabrikasında yönetici. Hani bazıları doğuştan bu beceriye sahipmişçesine
kendilerinin bir parçası gibi gördükleri başkaları için yaşar ya işte Nihir de
kendisine az rastlanır böyle insanlardan biri. İyiliği karşısında küçülüyorum,
un ufak oluyorum sanki. Beni karşılamaya geliyor terminale. Ben 2 saat
gecikince o da işe gidiyor ve şoförü William’ı yolluyor bu defa. Bir gün
içerisinde başka bir hayata damlıyorum bu kez. Nihir’le akşam Sofra’ya
gidiyoruz İskender yemeye. Tadı beklediğim kadar lezzetli olmasa da keyfime
diyecek yok sonunda şevkle yiyeceğim bir şey bulduğum için. Nihir, William’ın
beni nereye istersem oraya götürebileceğini söylüyor.
 |
Lake Nakuru |
Bir
sonraki gün William beni Nairobi’ye 3 saat uzaklıktaki Nakuru Gölü’ne
götürüyor. Giriş Kenyalılara 10 dolar iken yabancılara 80 dolar. Doğu Afrikalı
olduğuma ikna etmeye çalışıyorum onları ama bir işe yaramıyor. Ücreti ödeyip safarimize başlıyoruz yine.
Nakuru Gölü flamingolarla ünlü. Üzerinde o kadar çok flamingo olurmuş ki
pespembe görünürmüş göl. Oysa biz yanlış bir dönemde gitmişiz. Sadece birkaç
tane flamingo görebildik göl kenarında. Her ne kadar gölün göz alıcı bir
manzarası olsa da Masai Mara’dan sonra gereksizmiş aslında buraya gelmek.
Benzer hayvanların peşine düşüyoruz yine. Ama olsun ömrümde hiç şoförüm
olmamıştı. Bunu da tatmış oldumJ
Naftal’ın
okulunu ziyaret ediyorum bir gün sonra. İçinde yüzme havuzu, devasa boyutta
oyun alanı ve pek çok olanağı var. Naftal’ın minik öğrencileriyle tanışıyorum.
3 ve 4. Sınıf öğrencileri. Hepsi İngilizce’yi çok akıcı konuşuyor. Tüm
okullarda eğitim dili İngilizce zaten. Yarınki Müzik Şenliği’ne hazırlanıyor
öğrencileri. Şarkılar, danslar… Özgüvenlerine, becerilerine hayran kalıyorum.
Bu ülkeden ayrılmadan ülkenin bu yüzünü de görüyorum. Evinde suyu, elektriği,
tuvaleti, banyosu olmayan insanlar bir de varlıklarını saymanın dilimizi
yoracağı insanlar. Hepsi aynı topraklarda, aynı dilde, aynı havayı soluyor.
 |
Naftal'ın öğrencileri |
Karen
Blixen müzesini ziyaret ediyorum. Giriş 10 dolar. Görevliye seyahatimin ve
paramın da bitmek üzere olduğunu, bunun için indirim yapıp Kenyalı olmasa da en
azından Doğu Afrikalı tarifesini uygulamasını rica ediyorum. Hemen ikna olunca
seviniyorum. Sonra bana bilet vermeyince anlıyorum ki cebe atmışlar parayı. Yolsuzluğa
sebep olmak huzursuz ediyor beni. Huzursuzluğumu bir kenara itip Karen’ı
tanımaya çalışıyorum. 1885’te Danimarka’da doğan Karen, Baron Bror-Blixen ile evlenip 1910’lu yıllarda Kenya’ya yerleşiyor
kahve tarımı yapmak için. Kendisinden frengi hastalığına kapıldığı kocasıyla mutsuz
bir evlilik yaşar. Baronun arkadaşı olan maceracı avcı Denys Finch Hatton’la
tanıştığında ona aşık olur. Yalnızlığı azalır bir nebze de olsa. Karen, en çok
öykü uydurur. Gelen misafirlerine öyküler anlatır. İyi bir anlatıcıdır ve sonra
kitap da yazar takma bir adla. Toprak, kahve üretimi için verimsiz olduğundan
Karen iflas eder ve her şeyini satıp Danimarka’ya döner. Yıllar sonra Danimarka
Karen’ın evini satın alıp müze olmasını sağlar. 13 yıl geçirmiş Karen bu evde.
Kenyalıların değer verdiği bir kadın... Onlar için okul yaptırmış döneminde.
Eski narin mimarisi ve antik eşyalarıyla kocaman bir bahçenin içindeki ev
kesinlikle görülmeye değer. O bölgeye de kendisinden dolayı Karen ismi
verilmiş. Çoğunlukla beyazların yaşadığı şehrin en varlıklı kısmı. Çalılarla
çevrili bahçelerden evleri görmek bile mümkün değil. Burası Nairobi’den kopup
başka bir yere akıyor sanki. Tertemiz, yeşil ve sakin bir hava…
 |
Karen Blixen'ın evi |
Akşam şehre dönüyorum. Eve
gitmek için binmem gereken matatuyu ararken burnumda bir koku boğulurcasına.
Herkes kaçışıyor. Korkuyorum. Ben de kaçanlara eşlik edip en yakın binaya
sığınıyorum. Herkesin gözünden yaş geliyor, öksürüyor. Ne olduğunu anlamaya
çalışıyorum. Meğer polisler arada sokak satıcılarını dağıtmak için göz
yaşartıcı gaz sıkıyormuş. Hayret ediyorum. Kaçacak yer bulamayan ya da koşmaya
gücü yetmeyen birinin ölümüne sebep olabilecek kadar kuvvetli gaz. Yaşam ucuz
burada, pek kıymeti yok.
Matatuya binip eve geçiyorum.
Nihir’le şık bir lokantada harika bir pizza yiyoruz. Bir sonraki gün de 14
Falls’ı (şelale) görmek için Thika’ya
gitmeyi planlıyoruz. Sabah Nihir’in iş yerini ziyaret ediyorum. Sonra yola
çıkıyoruz. Thika’da nehir kenarında çocuklara rastlıyoruz. Yanlarına gidiyorum
ben. Bazıları çekinip kaçıyor benden. İçlerinden biri İngilizce konuşabiliyor
sadece. Evden çamaşırlarını toplayıp kirli nehirde yıkıyorlar ve kurutup öyle
dönüyorlar evlerine. Alışıyorum artık bu görüntülere. İçimi acıtmıyor çok. Nihayetinde
o çocuklar, herhangi bir çocuk gibi hissediyor yine. Farklı bir yaşamın
olduğundan bihaberler. Kirli nehre girip oynuyorlar, şakalaşıyorlar. Benim kir
gördüğüm nehirde onlar oyun yaratıyorlar, yıkanıyorlar, temizleniyorlar.
Mutluluğun bunlarla ilgisi yok bence. Mutluluk bunlardan bağımsız bir şey olsa
gerek. İçimizde!

Yola devam edip şelalere varıyoruz. Fabrika atıkları mahvetmiş
suyu, şelalerin döküldüğü yerde kimyasallardan oluşan köpükler uçuşuyor. Kim
umursar? Biz bir kenara çömelmiş izlerken insanlar suyun içine dalıp
eğleniyorlar. Az ileride minik bir çocuğa rastlıyoruz. Minik çocuk, bir bebeği
sırtlamış eve götürüyor. Bebek işemiş altına, ordan sızmış onu taşıyan çocuğun
pantolonuna. İşte benim yetiştiğim dünya bana bunları görmeyi öğretti. Bunları
görmeden edemiyorum. Şelalenin kirli olduğunu, bebeğin altına işediğini,
elbiselerin yırtık, ayakların toprağa çıplak bastığını… Gözlerin pek görmeye
alışkın olmadıklarını görüyorum.
Kenya… Uzak
şimdi bana. Sahiden gittim mi oraya, gördüm sandıklarımı gördüm mü gerçekten?
Hayalle gerçek arası bir düş benim için. Bir daha kapılarını kolay kolay
açamayacağım, hep şaşırarak ve büyülenerek hatırlayacağım ülke!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder