KENYA


Masailer
Kenya’dan döneli zaman akmış, 10 günü geçmiş.  İstanbul’da kar... Perdeyi kenara çeker,  penceremin önüne ilişirim. Penceremde saksılar, saksılarda yapraklarını dökmüş çiçekler ve bir lale toprağından fışkırmış… Gökten bembeyaz pamuklar uçuşur yere doğru. Cenneti hep güneşli bir ilkbahar havasında kurarım kafamda yemyeşil ağaçları, rengârenk çiçekleri ve kıyısında köpük köpük akan ılık bir nehirle. Oysa bir kış da olabilir cennet bembeyaz güzelliğiyle, gözleri kamaştırırcasına. Yaratıcının sihirlerini gösterme anlarından birindeyim sanki. Hokus pokus diyip ellerinin bir hareketiyle beyaza boğuyor dünyayı. Gökten mucizeler yağdırıyor, her bir parçası kendisi aslında. Yüzünde muzip bir gülümseme: ‘Haydi bakalım tadın bu güzelliği ve cömertliğimi!’ dercesine.   Öyle muazzam, öyle gerçek üstü bir güzellik ve bu güzelliğin içinde Kenya’nın melodisi çalar. İnsanın içini kıpır kıpır eden, ruhunu coşturup rengârenk eteklerin bedenin her hareketiyle uçuştuğu sıcacık topraklara götüren şarkılar… Ruhum azıcık şekillendirebilseydi bedenimi, bedenim kıvır kıvır kıvrılırdı bu ritimlerde. Ama bedenim ruhumu hapseden eğilmez, bükülmez bir kutu sanki.
Kenya… Türkiye’de bin kişiden bir kişinin ziyaret ettiği bir ülke. Uzak bize, uzaklığı mesafesinden değil sadece. Hayali bile uzak. Hayallerimize uğramaz bu ülke. Neden düşlemez insanlar bu ülkeyi? Sanki ismi fısıltıdır bu ülkenin, saklar kendini. Biz, bir yoksulluğunu biliriz bu ülkenin. İçimizi acıtır ve belki içimizi acıtan şeylerden kaçtığımızdandır onu tanıyamamak.
Narok-Masai Mara arası
Kenya’yla ilk olarak dokuz yıl önce kesişir yollarımız. Bir dönem Norveç’te okurum ve okuduğum okulda Kenyalı öğrenciler… Ülkeleri gibi sıcacık insanlar. Şairin dediği gibi: ‘Bir insanı sevmekle başlar her şey.’ Bir insan hiç bilmediğimiz bir dünyanın kapılarını açabilir bize. Ne varsa merak ederiz o insana dair. Ülkesini, dilini, melodilerini… Naftal ile tanışırım. Müzik bölümünde okur Naftal. Piyano çalar bana sık sık ve köyünden, insanlarından bahseder. Kenya filizlenmeye başlar içimde, düşlerimi o topraklar üzerinde kurarım. Ama öylesine masalsıdır ki bu düşler. Tüm siyahî insanların içine kendimi yerleştiririm ama yerleştirmeyi pek beceremem, komik bir senaryo çıkar ortaya; yılanlarla karşılaşırım o yabancı topraklarda ve ben en çok yılandan korkarım, o insanlar beni kurtarmak için üstün yeteneklere sahiptir. Naftal’a söz veririm aynı yıl içerisinde Kenya’ya gelip onu ziyaret edeceğime. Sözler uçar, anılar silikleşir, hayat başka bir yönde akar.
Biz dört kişiydik :)
Sonra zaman, dokuz yıl ve yirmi ülke dolaştıktan sonra Kenya’ya vurur beni. Bir şubat tatilinde farklı bir ülke çeker beni. Hayata çok da anlam yükleyemediğim bir anda yoksulluğu görmek isterim, her şeye rağmen insanların yaşama nasıl tutunduğunu ve Afrika’nın kalbini hissetmeyi, yaşama bir de başka bir kıyıdan bakmayı. Yeniden heyecan duyacak bir sebep vardır benim için. Defalarca düşler kurar kurar bozarım. Bir türlü beceremem sanki orayı düşlemeyi. O kadar bilinmezdir orası benim için. Yollara düşmeden Out of Africa’yı izlerim ve Karen Blixen ile böyle tanışırım. Bir dönem Kenya’da yaşayan Danimarkalı Karen Blixen’ın Müzesini ziyaret etmek yapılacaklar listesine eklenir. Bir de belgeseller ve bu belgesellerde Serengeti ve Masai Mara arasında gerçekleşen, insanı şaşkına çeviren büyük hayvan göçleri. Oysa bizim gideceğimiz vakit göçsüz bir vakit. İçimizde bir ukde kalır.
Yola çıkma vakti gelir. Başta tek başıma çıkmayı planladığım yolculuğa dört kişi çıkarız: Ben, Xezal, Aysun ve İlker. Uçuşumuz Amsterdam aktarmalı olduğu için gereğinden çok daha uzun sürer yolculuğumuz ve daha Türkiye’den ayrılamadan pek çok görevli sorular sorar bize. Öyle ki kendimizi şüpheliler listesinde yer alır gibi hissederiz ve tedirgin oluruz. Sebebini sorduğumuzda Hollanda’nın bu talimatları verdiğini ve çok sıkı tuttuğundan bahsederler. Oysa Amsterdam’a vardığımızda kimse bizi durdurup tek kelime sormaz. Hazırlıksız hissederim kendimi bu yolculuğa. Sanki ruhen daha hazır değilmişim gibi. Günlük koşturmaca içerisinde kendimi oraya iliştirmeye vakit bulamadığımdan sanırım. Yanıma birer adet Kafka ile Cemal Süreya, iki adet de Orhan Veli almak isterdim. Cemal Süreya bir Afrikalı kadını aşkla dillendirsin, sözcükleri kadının saçından süzülsün ayak parmaklarına dökülsün.
‘Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
 Afrika dâhil.’
Sonra Kafka, biz sıradan insanların aksine hayata bir türlü alışmayı beceremeyen, suyundan çıkarılan bir balık gibi çırpınan ve her şeyin kendisine olağanüstü, yabancı ve yeni gelen edasıyla bir çocuk misali sürekli sorgulayan adam…  Kenya’da güneşli bir vakitte taburesine kambur oturmuş, gözleri başka bir dünyaya ait insanların farklılığıyla büyülenerek hiçbir detayı kaçırmamacasına kocaman açılmış, elinde kalemi  saçılıyor sözcükleri kâğıda ama bir yandan korkar kendini olduğu gibi tutup her kelimenin içine atmaya.  Sonra Orhan Veli koşsun yardımına Kafka’nın, kurtarsın onu tedirginliğinden ve sürüklesin güzel havalara, coştursun hepimizi. Bir de filmimizi çeken biri olmalı. Bu karakterlerle nasıl baş eder bilmiyorum ama Tony Gatlif olmalı mesela. Afrika ezgileriyle dans eden kadınları resmetmeli cümbüş havasında.  İçimde hepsini götürebilmek isterdim. Hepsinin gözüyle Kenya’yı görebilmek, hissedilmek ve aktarabilmek…

                                NAİROBİ- MASAİ MARA 

Yeni bir gün, güneşi yakaladığımız bir iklimde adını ilk devlet başkanlarından alan Jomo Kenyatta havaalanına varıyoruz. ‘Jambo’ duyduğumuz ilk sözcük. Merhaba demek. Vize için bir form doldurup 50 dolar ödüyoruz. 2000 yılından önce basılan banknotları kabul etmiyorlar. İlk defa böyle bir durumla karşılaşıyoruz. Çok şükür ki elimizde 2000’den sonra basılan banknotlar da var. Dövizciler de daha düşük kurla çeviriyorlar eski banknotları. 1 dolar 90 Kenya Şilini. Havaalanında bir miktar parayı da çevirdikten sonra çıkıyoruz. Ellerinde ‘Kevogurbert’ yazılı kâğıdı tutan Rosah ve Patrick bekliyor bizi kapıda. Öncesinde safari için anlaşmıştık onlarla. Sadece Masai Mara’da 3 gün süren safari için 300 dolar ödüyoruz kişi başı. Soğuk bir ülkeden yola çıkıp bir gün sonrasında güneşin ısıttığı Nairobi caddelerinde ilerliyoruz. Ah ne büyük heyecandır o, daha önce hiç var olmadığın bir yerde nefes alıp vermek, oraya karışmak. Yeniden doğmak, yeniden var olmak gibi. Trafik ışıklarını arıyor gözlerimiz. Ancak şehir merkezinde var birkaç tane. Telefon hattı alıyoruz kendimize, şehirde biraz oyalandıktan sonra yola çıkıyoruz. Rosah bizden ayrılıyor. Mombasa’ya bilet alması için 13 dolar veriyoruz her birimiz ona. Tabii daha sonra biletin daha ucuz olduğunu öğreniyoruz.
Great Riff Valley
Rehberimiz Patrick ile safarimiz başlar. "Safari" sözcüğü Svahili dilinde seyahat anlamına gelen sözcükten türemiş. Nairobi’yi ve tüm kargaşasını geride bırakırız. Great Riff Vadisi’nde mola veriyoruz. Hediyelik eşyaların satıldığı ufak dükkânlar, dağların arasına çarşaf gibi serilmiş manzaranın önüne uzanan duvar, duvara yaslanmış sandalyelerde oturan adamlar, yarım yamalak sohbetler… İlerliyoruz asfalt bitiyor, taşlı topraklı yollar başlıyor, yavaşlıyoruz, yol uzuyor. Zaman geçiyor ve bizim tuvalete gitmemiz gerekiyor. Yol kenarına yakın bir ev görüyoruz. Evin önünde bir kadın ve iki çocuğu. Kadın bize tuvaleti gösteriyor. Kapısız taştan örülmüş bir tuvalet, suyu da yok. İnsan, başka bir dünyaya doğru yola çıkarken pek çok şeyini geride bırakmalı bence. Ama yine de insan sormadan duramıyor. Eski dünyamızdan getirdiğimiz algılarımız kafamızda bir sürü soru üretiyor. Aklımızda sorular, devam ediyoruz yola.  Narok’a varıyoruz. Öğle yemeği molası. Menüde tavuk, makarna, yeşil mercimek ve salata var bir de pek hazzetmediğimiz ayrı tatları ve kokuları. Aysun’la zorlarız kendimizi yemek için ama Xezal ile İlker, yanı başımızda duran kediye vermeyi tercih ederler yemeklerini.
Masai Mara'da kampımız
Bodyguardlarımız :)
Hava kararmadan varırız Masai Mara’ya. Çok yorgun olduğumuz için bugün safariye başlamayıp direk kampa geçeriz. Kampımız mütevazı olanaklarıyla gayet sevimli ve huzurlu bir yer. Çadırdan odalar, ağaçlar, yeşilliğin içerisinde oraya buraya serpilmiş banklar… Kampa gelir gelmez karnımızı doyururuz. Çok şükür ki İlker yanında Kenyalıların yemediği zeytin, peynir, helva gibi bir sürü yiyecek getirmiş. Çerez getirmeyi bile akıl etmiş. Bir de Xezal’ın getirdiği çöreklerle birleşince dünyanın en güzel sofrasına sahipmiş gibi hissediyor insan kendini. Yemekten sonra Xezal ile İlker dinlenmeyi tercih ediyor. Aysunla biz ise hemen keşfe çıkmak için heyecanlanıyoruz. Oysa kamptan çıkmamız yasak imiş. Başımıza bir şey gelmesinden korktuklarından… Ama biz ısrar edip yanımızda iki görevliyle sokaklara düşüyoruz. Hapishaneden kaçarcasına coşkuyla atıyoruz kendimizi dışarı. Bambaşka bir dünya, kendimi bir tarafına iliştiremeyecek kadar farklı. Sanki biri beni iple yukardan salmış da her an geri çekebilir gibi. Pek de yüksek olmayan dağlarla çevrili bir alan düşünün; asfaltı unutun; toprağı düşünü; taşı düşünün üzerinde yeşilliklerle ve bu toprağın üzerinde kimi yerde bitişik, kimi yerde tamamen ayrı hiçbir plana uymayan gecekondu tarzında küçük küçük evleri, dükkânları hayal edin. Sonra başınızın üzerinde en temiz, en dokunulmamış haliyle masmavi bir gökyüzü. Bu gökyüzünün altında rengârenk kıyafetleri, boncuklu aksesuarları, halhalları ve bellerinde şangur şungur ses çıkartan kemerleriyle insanlar… Erkeklerin üzerinde şallar, çarşafa dolanmışlar sanki. Kimi pazardan aldıklarını sepete koyup sırtlıyorlar evlerine doğru, kimi evlerinin önüne çömelmiş vakit geçiriyor. Jambo diyip selamlaşıyoruz sokaktakilerle. Hala şaşkınız, şöyle silginin ucunu azıcık değdirseler bize hemen silinip gideceğiz sanki o kareden ve tüm gerçekliğine dönecek orası. Fotoğraf çekmeye korkuyoruz. Çoğu hoşlanmıyor bundan. Benim şaşkınlığım azıcık karşılığını bulsa belki daha kolay inanacağım bu dünyanın gerçekliğine. Ama insanlar yer açıyorlar bize o karenin içinde. Bir terziye denk geliyoruz. Kapıdan giren loş ışıkta dikmeye çalışıyor elbiseleri. Elektrik yok, akşam 7 ve 10 arasında jeneratör çalışıyor. Nasıl olur da aynı gökyüzü altında bu kadar farklı olur yaşamlarımız? Sınırlar nasıl da ayırır bizi birbirimizden? Dilimiz, inançlarımız, kıyafetlerimiz, evlerimiz, toprağımız, ezgilerimiz, kahvaltılarımız, bakışlarımız, susuşlarımız, uyanışlarımız; her şey nasıl da renk değiştirir!  Hava iyice kararmış. Kampa geri dönüyoruz.
Masai Mara National Park
Başka bir gün… Safari vakti. Erkenden uyanıp kahvaltı yapıyoruz ve Masai Mara Reserve Bölgesine giriyoruz. Kocaman bir alana sahip olan bu bölge 1510 km2. Güneş ve yeşil bir doğanın içinde ilerliyoruz jipimizle. İlk çitalara rastlıyoruz, sonra sırtlanlar, ceylanlar, buffalolar, antiloplar, filler, kuşlar, zebralar, zürafalar, su aygırları, aslanlar… Sabahtan akşama kadar hayvanların peşinde geçiriyoruz zamanımızı. Üç aslan mayışmış uzanıyor, kimi bizden rahatsız olup uzaklaşıyor. Sırtlanlar bir hayvanı avlamış yiyorlar. Hep ekrandan izlediğimiz belgesellerin içindeyiz şu an. Sanki biri eline fırçayı alıp yeşile ve kahverengiye daldırmış, sonra da serpiştirmiş yeryüzüne renkleri. Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı burası olmalı. Tam da burada durup göğe bakmalı insan. Keşke arabadan çıkabilsek...  Patrick’e defalarca yalvarıyoruz ama izin vermiyor. Çimlere uzansak sırtüstü, güneşten gözlerimiz kırpışsa, içimiz ısınsa… Tertemiz havaya kuş sesleri eşlik ediyor. Zaman bir nehir gibi bir çağlayan gibi akmıyor burada. Usul usul akıyor. Yer altından sızan zayıf bir akıntının tekrar kuru bir toprağa karışması gibi geçiyor zaman. Yavaş yavaş.
Yer ve gök açılır, soframız kurulur :)
Karnımız acıkıyor. Patrick sonunda hayvanlardan çok uzak olduğumuz bir yerde indiriyor bizi arabadan. Soframızı serip piknik yapıyoruz. Bizim dışımızda kimse yok etrafta. Büyük bir iştahla yiyoruz bu defa. Yerken tüm güzelliğini de içimize çekiyoruz anın ve doğanın. Meğer ne kadar kopmuşuz doğadan yıllardır. İnsanın özünü bulması gibi yeniden.
Bugünlük bitiyor safari. Kampa girmeden su alıyoruz bir bakkaldan. Sahibi Somali kökenli olan Muhammed. Eşi ve çocukları başka bir şehirde yaşlı annesinin yanında kalıyormuş. Bakkalın hemen arkasında kaldığı yere göz atıyoruz. Dikdörtgen şeklinde yan yana sıralanmış odalar. Birkaç kişiyle birlikte kalıyormuş. Türkiye’den geldiğimizi söyleyince seviniyor. Somali’ye yapılan yardımlardan dolayı minnettar. Pazarlık yapmayı ihmal etmeden su ve çikolata alıyoruz kendimize. Tekrar arabaya dönüyoruz Aysunla. Oysa bizimkiler gitmişler kampa. Biz de fırsat bu fırsat özgürlüğün tadını çıkarıp sokaklara dalıyoruz yine. Etrafta gezinen, oynayan çocuklar. Çoğu para ya da şeker istiyor bizden. Bir evin bahçesinde top oynayan çocukların yanına gidiyoruz.  Bir sürü poşet ve ipi yumak haline getirip top yapmışlar kendilerine. Aralarında İngilizceyi çok akıcı konuşan Reagan ile sohbet ediyoruz. 12 yaşında, zekâsını hemen belli eden bir çocuk. Oradaki çoğu çocuk gibi Reagan da okulu bırakmak zorunda kalmış maddi sebeplerden dolayı. Ona sponsor bulup bulamayacağımı sordu. Bir yanım umutla onun için bir şeyler yapabileceğimi söylerken diğer yanım gerçekçi olmamı, Reagan’dan önce yanı başımızdakiler için bir şeyler yapmam gerektiğini söylüyordu. Ne yapabilirim ki Reagan için, gerekli yardımı toplasam bile nasıl ulaştırabilirim kendisine? İnsanı dibe çeken çaresizlik…
Başka sokaklarda ilerliyoruz. Bir kuaföre denk geliyoruz bu sefer. Minicik bir kutu gibi. İçinde bir ayna ve sandalye var. Aynanın üstünde asılı çeşit çeşit saç modelleri. Kuaför, bir kadının kısacık saçlarına saç ekleyip örüyor. Biz de merak ediyoruz ne kadara yapıyor diye. ‘1800 şili’ diyor. Çok şaşırıyorum bu kadar pahalı olmasına (Gerçi sonra öğreniyorum ki Türkiye’de çok daha pahalıymış.)  ve bu denli kötü (neye göre kötü acaba?) koşullar altında yaşayan insanların bu kadar parayı verebilmesine. Müşteriye ne iş yaptığını soruyorum. Bir eczanede çalışıyormuş başka bir şehirde. Çok hızlı örmesine rağmen çok vakit alan bir iş.
Kuafördeyken Patrick bizi buldu. Suçüstü yakalanmış gibi hissettik. Öncesinde de kamptaki görevliler peşimize düşmüştü. Neyse ki Patrick’i yine ikna edip kurtuluyoruz. Bizi şaşkınlığa çevirircesine bar ve oteller var sokak üzerinde. Tabi bu kelimeler bizim beynimizde şekillenen halinden çok farklı. Bir odaya otel demişler sadece. Bir kasapla tanışıp muhabbet etmeye çalıştık ama aslında pek anlayamadık neyden bahsettiğine. Kokuya da dayanamayıp çıktık oradan. Sonra bir barın kapısında dans ettik çalan müzik eşliğinde. Birileriyle sohbet ederken Patrick geldi yine. Bu sefer mecburen kampa dönüyoruz. Akşam yemeği, ardından çay ve İlker’in çerezinin tadının çıkarma vakti. Çadırımızda elektrik yok, karanlıkta oturup sohbet ediyoruz.
Güneş doğarken safariye çıkıyoruz 3. günümüzde. Sabah vakitlerinde daha çok hayvanla karşılaşıyoruz. Bu sefer erken dönüyoruz kampa. Kampa çok yakın olan bir Masai Köyünü ziyaret ediyoruz. Girişler ücretli, kişi başı 10 dolar. Masailer Kenya’daki 42 kabileden biri. Her bir kabilenin ayrı bir dili var ancak ortak dil Svahili. Pek çok kabilenin aksine Masailer ilkel yaşamlarını sürdürmeye devam ediyor.  Sivrisineklerin istila ettiği köye Ken’in rehberliğiyle giriyoruz. Etrafı çitlerle çevrili olan köyde 16 ev var. 
Masai Köyü
Köy, Ken'in babasına aitmiş. Babası 8 kadınla evlenmiş. Her bir kadının çocuklarıyla yaşadığı ayrı bir ev. Evlenen çocukları da var. Çok eşlilik yaygın. İlk eşi anne baba seçerken diğer eşleri erkek kendi seçebiliyor. Evlenmek için kız tarafına 10 inek, 10 koyun ve 10 tane de giydikleri şallardan almaları gerekiyor. Ken de o yüzden hala evlenememiş sanırsak! Birkaç erkek sıralanıp dans ediyor bizim için. Sonra ilkel yöntemle nasıl ateş yaktıklarını gösteriyorlar. Ardından bir evin içine giriyoruz.  Eve ilk girdiğimizde kapkaranlık geliyor bize, zamanla alışıyor gözlerimiz. Minik kare bir pencere yapmışlar güneş girsin diye o kadar. Arada mesafe bulunan daire şeklinde sıralanan evleri kadınlar kendileri topraktan yapıyormuş ki bu da 2 ay sürüyormuş. Erkeklerde çitleri örüp hayvanları otlatıyorlarmış. Küçücük evler, 2 odalı. Girişteki oda ahır gibi kullanıyor diğer oda da onların yaşam alanı. Odanın bir tarafında anne babanın kullandığı sedir, diğer tarafında çocuklar için ayrı bir sedir, orta da odunları yaktıkları mutfak diye adlandırdıkları bir ocak. Evdeki her şey bundan ibaret. Su yok, elektrik yok, tuvalet, banyo yok evin içinde. İnsanın bu kadar az şeyle yaşayabilmesi hem şaşırtıyor hem de imrendiriyor beni. Ne güzel maddeye ihtiyaç duymadan bu denli yalın yaşayabilmek. Özgürlüğün başka bir penceresi belki. Oysa modern dünyada insan nerdeyse tüm yaşamını bir şeylere sahip olmak yolunda harcıyor. Sahip olmak istediklerimizin kölesi haline geliyoruz. İsteklerimiz bitmiyor, hep yenisi, hep daha fazlası.
Evden çıktığımızda bu kez kadınlar dans gösterisi yapıyor. Tabii köylülerin bu işi artık ticarete çevirmiş olması huzursuz ediyor bizi. Keşke bizi kendilerinden para koparabilecekleri birileri olarak değil de onca yolu sırf onları tanımak, onlarla samimi bir muhabbet kurup hayatlarını anlamak için geldiğimizi fark etseler. Belki de asıl bizim fark etmemiz gereken, onlar temel ihtiyaçları uğruna didinirken bizim niyetimizin pek de bir öneminin olmadığı.
Köyün başka bir kapısından çıkıyoruz. Çıkışta kadınlar pazar kurmuş, hediyelik eşyalar satıyorlar. Uçuk fiyatlar söylüyorlar önce sonra dakikalarca süren pazarlık yoruyor insanı. Sonunda başarıyoruz oradan çıkmayı. Kampta kahvaltı yaptıktan sonra Nairobi’ye gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yolu seyre dalıyoruz. Yol akarken biz de hayatların içerisinden süzülüp gidiyoruz. Yol kenarında bir sürü aleo vera var, dünyanın en faydalı olduğu iddia edilen bitki. Patrick’i durdurup koparıyoruz birkaç yaprak. Yüzümüze sürüyoruz akan suyunu. Yüzümüz sapsarı ve inanılmaz geriliyor. Gençliğin sırrını bulmuşçasına seviniyoruz. Narok’a vardığımızda daha fazla ilerlemiyoruz çünkü eylem var. Masai liderlerinin yakalanması sebebiyle halk sokağa dökülmüş. Yolda yanan lastikler, yolun ortasına atılmış taşlar… Ayrıntıları öğrenmeye çalışıyoruz ama Patrick pek bir şey anlatmıyor bize. Çok uzun zaman beklemek zorunda kalıyoruz. Sonra yavaş yavaş ilerleyebiliyoruz yine. Eylemin ne kadar geniş bir alana yayıldığını fark ediyoruz.
Nairobi’ye varıyoruz sonunda ancak bu sefer de berbat bir trafik başlıyor. Patrick otobüs terminaline bırakıyor bizi, vedalaşıyoruz. Çantalarımızı otobüs firmasına bıraktıktan sonra Naftal’la görüşüyoruz. 9 yıl sonra bir zamanlar çok yakın olduğum arkadaşımla karşılaşmak ne tuhaf bir duygu. Heyecanlanıyorum. Naftal geliyor sonra. Kilo almış biraz.  İnsan dokuz yıllık ayrılığı nasıl sığdırır bir kavuşmaya? Hem hiç ayrılmamış gibiyiz ya da sanki birlikte olduğumuz anlar bir masalmış gibi. En hızlısından hasret gidermeler, boşlukları doldurmalar, geçmiş günleri yâd etme… Xezal ile Aysun sigara içme krizine girerler onca yolculuktan sonra ancak Kenya’da sokaklarda sigara içme yasağı var. Her kentte bu yasağa pek uyulmasa da Nairobi de denetim sıkı olacak ki kimse içmiyor. Caddelerde ara ara belli bölmeler oluşturulmuş sigara içenler için. Onlar oraya girip sigara içiyor, biz de dışarıda bekliyoruz. Karnımız acıkır yine. Bu sefer kararlıyız bir Türk lokantasında yemek yemeye. Uzun bir süre gezindikten sonra bulduğumuz lokantanın kepenkleri inmiş. Hayal kırıklığıyla bir pizzacıya giriyoruz. Vaktimiz az. Naftal’la terminale dönüyoruz yine. Kısa bir kavuşmanın ardından tekrar vedalaşıp Mombasa’ya doğru yola çıkıyoruz. Geçmiş anların kısa bir zaman için bile olsa canlanıp dönmesi ne keyifli! Gerçekle hayal arasında var olan geçmiş…
                                                              MOMBASA

Kenya’nın kıyısında bulunan Mombasa ile Nairobi arası 8 saat sürüyor. Sabahın erken saatlerinde varıyoruz oraya. Carol’ın evinde kalmayı planlıyoruz. Onun evi de Mombasa’nın bir ilçesinde. Matatu dedikleri minibüse biniyoruz onun evine gitmek için. Matatuya her bindiğinizde pazarlık yapıp fiyatı indirebilirsiniz. Bir de tuk tuk var, üç tekerlekli üstü kapalı motorlar
dan. Bazen bu insanların bu kadar sabırlı olmasına şaşırıyorum. Düşünsenize, bir günde kim bilir kaç yolcu taşıyorsunuz ve sürekli dil döküyorsunuz her seferinde fiyat üzerine. Matatuda muavin aracın kapısının üzerine tak tak vuruyor şoföre durmasını belirtmek için. Ben de kendimi tutamayıp muavin gibi vuruyorum. Neyse ki ters bakışlardan öteye geçmiyor tepkileri ;) Bir ara şoförle muavin, yolda bekleyen bir kadını binmesi için ikna edemeyince biz de giriyoruz araya, ikna oluyor kadın böylece biz de çok beklemeden yola devam etmiş oluyoruz. Carol ile buluşup evine gidiyoruz. 2 odalı küçük bir ev.                          26 yaşında olan
Carol'ımız ;)
Carol, erkek kardeşiyle yaşıyor. Erkek kardeşi, Kevin, üniversiteye gitmek için yeterli parası olmadığı için ablasıyla birlikte bir alış veriş merkezinde çalışıyor. Kevin’in kız arkadaşı Sally de onlarda kalıyor bazen. Sally bizi hayatta görebileceğimiz en güzel sahillerden birine götürüyor. Yumuşacık, kar beyaz kumlar gözlerimizi kamaştırıyor. Bir de turkuaz renginde tertemiz bir su ve onun üzerinde masmavi bir gökyüzü. Orta sınıftan biri olarak böyle bir yerde olabilmek ve pek çok kimsenin belki de gözünün hiç değmediği bu güzelliğin içinde yer almak kendimizi çok ayrıcalıklı hissettiriyor. Oysa güneşte yanan derilerimizin acısı sonraki günlerimizi gölgelemeye yetiyor. Hepimiz şaşırıyoruz, havanın aşırı sıcak olmamasına rağmen derilerimizin bu şekilde yanmasına. Sanırsak bu da Kenya’nın ekvatorda olup güneş ışınlarının dik açıyla gelmesinden kaynaklanıyor.
Mombasa'da pazar kurulur.
  Mombasa, %90'ı Hristiyan olan bu ülkede Müslümanların ağırlıkta yaşadığı bir kent. Sayısı artan camiler, Arapça isimlerle dükkanlar, insanların değişen çehreleri bunun en belirgin göstergeleri. Araplar Umman’dan 1600 lü yıllarda gemilerle gelip kıyı şehirlerine yerleşmişler. Araplardan önce Portekizliler kenti ele geçirmiş. Hint okyanusuna hakim olmak ve baharat ticaretini yapmayı hedefleyen Portekizliler yüksek vergilerinden dolayı Mısır üzerinden geçmek yerine yolu biraz daha uzatıp Güney Afrikadan geçmişler. Bu esnada Mombasa’yı da ele geçirip Hristiyanlığı yaymayı amaçlamışlar ve 1593 yılında şehrin kıyısında İsa Kalesi’ni kurmuşlar. Biz de yanımıza bize gönüllü rehberlik yapacağını söyleyen Bilal’le birlikte kaleye doğru adımlıyoruz. Yol üzerinde meyvelerini yere sermiş satıcılardan alış veriş yapıp isimlerini hatırlayamadığım pek çok farklı meyvelerin tadına bakıyoruz. Şeker kamışı en beğendiklerimiz arasında. Ayrıca Türkiye’de pek yiyemediğimiz ananas ve mangodan bol bol yiyoruz burada… Kaleye giriş 10 dolar. Xezal ile Aysun hediyelik eşya almayı tercih edip kaleye girmiyorlar. Bilal’in kaleye dair fazla bilgisi olmadığından bize başka biri daha eşlik ediyor. Kalenin yapısı insan vücudu şeklinde: baş, kol, gövde ve bacaklar… Araplar daha sonra Portekizlilerle çatışıp kaleyi ele geçirir. Kaleyi gezdikten sonra bizden para talep etmeyeceğini söyleyen Bilal, çok ani bir değişime uğrayıp verdiğimiz miktarı da beğenmiyor. Yine bir hayal kırıklığı… Bilal’den kurtulmaya çalışıp eski şehrin sokaklarında geziniyoruz. Dar sokaklar, farklı mimarisiyle karşılıklı gökyüzüne uzanan ince yapılar… Mombasa’da görülmeye değer bir de Hint Tapınağı var. Hintliler de Kenya’da önemli bir konuma sahip. İngilizler, sömürü döneminde demiryollarını kurmak için bu işte çok tecrübeli olan Hintlilerden faydalanmaya karar veriyor. Avustralya’da olduğu gibi hapishanelerden bazı suçluları ülkeye getirip onların iş gücünden faydalanıyorlar. Böylece Hintlilerin bu topraklara yerleşmeleri sağlanmış oluyor. Şu anda da Hintliler özellikle ticaret yaparak ya da marketler zinciri kurarak  beyazlarla birlikte ülkede en iyi işlere sahip olup üretimde aktif rol oynuyorlar.
Mombasa’da akşamları ayrı bir hava esiyor. Günlerini geçim kaygısı ve çabasıyla geçiren insanlar günün üzerine düşen karanlıkla birlikte tüm kaygılarını, sorunlarını gömüp eğlenceye salıyorlar kendilerini. Barlar, müzikler, danslar… Afrikalıların dansta doğuştan yetenekli olduklarını anlamak için bir bara gitmeniz yeterli. Buna rağmen belli bir vakitten sonra sokaklarda olmak pek güvenli olmayabilir.
           
Mombasa’da 3 gün geçirdikten sonra renkli takma bonus saçlarına hayran kaldığımız Carol ile vedalaşırız. Aklımızda soru işaretleri: Carol neyle, nasıl beslenir? Çünkü evde yemek pişirdiğine denk gelmeyiz hiç. Sabahları da kahvaltı yapmadan çıkıyor. Meğer biz yemeğe ne düşkün milletmişiz. Yemek bizim hayatımızda önemliymiş gerçekten. Bunu en çok bu kadar açlık çektiğimiz topraklarda anlıyoruz en iyi. Bir de içimizde bir keşke: Keşke vaktimizi daha iyi ayarlayabilseydik de başta en küçük boyutundan tutun da  dünyanın en büyük boyutuna sahip timsah olmak üzere pek çok hayvan görebileceğimiz Crocodile Park’a gidebilseydik. Mombasa’dan sonra yol arkadaşlarımla yollarımız ayrılır. Onlar Türkiye’ye döner ben de yoluma tek başıma devam ederim.

                                                                       MALİNDİ
Günü doğuran balıkçılar...
Bir başıma kalmışken rotamı Malindi olarak belirlerim. Malindi, Mombasa’dan 2 saatlik uzakta ve kuzeyinde kalan bir kıyı kenti. Matatuya binip yola çıkıyorum. Gece nerdeyse hiç uyumadığımdan yol boyunca gözlerim kapanıp kafam düşüyor. Bir yandan uyanık kalma çabası ya bir şeyim çalınırsa diye. Akşamın geç saatlerinde varıyorum oraya. Bu sefer de gazeteci ve aynı zamanda modacı olan Ivy’nin evinde kalıyorum. JIvy, benim gibi yanında kalan 2 Amerikalı gezgin Benjamin ve Paul’la karşılıyor beni. Ivy’’nin evi tek odalı. İlk girişte sağda televizyon yanında kitaplığı, sol tarafta ise yere dizilmiş mutfak eşyaları ve tam karşıda bir yatağı var. Komşusuyla paylaştığı tuvalet ve banyo ise dışarda. Uykusuzluğa dayanamayıp kısa bir muhabetten sonra yatıyorum ben.
Sabah güneş doğmadan Benjamin uyandırıyor beni balığa çıkmak için. Balığa çıkmak fikri öylesine heyecanlandırıyor ki bir gün önceki yorgunluğumu tamamen unutuyorum. Bir kente gelip aydınlık yüzüyle görmeden sokaklara düşmek yine… Sahile varıyoruz, pek çok balıkçı toplanmış sohbet ediyor. Kimisi ağıyla balık tutuyor. Benjamin, balık tutmak için bizi yanlarına alacak arkadaşlarını beklerken ben sahilde yürüyorum. İnsanı arafta kalmış gibi hissettiren bir vakit. Karanlıktan kopmaya çalışan gökyüzü ve deniz. İnsanı büyülerken ürkütüyor da bir yandan. Sanki koca evrende yok nefes alan başka bir canlı. Gökyüzü ve deniz her an yutabilir gibi sizi. Ya da sona çok yaklaşmış gibi hissediyor insan. Bir nefes daha verse tükenecek her şey. Bir nefes daha ve güneş kendini gösteriyor, umutlar artıyor, yaşam silkinip filizleniyor yeniden. Dalgalar denizde köpük köpük… Dalgalardan dolayı çıkamıyoruz balığa. Oysa bu anı yaşamış olmak, evrenin bir halden başka bir hale nasıl geçtiğini seyretmek yetiyor bana. Eve dönüyoruz kahvaltı için. 
                 
Kahvaltıdan sonra tekrar dışarı çıkıyorum Benjamin’in Kenyalı balıkçı arkadaşlarıyla buluşmak için. Beni timsahları, su aygırlarını görebileceğim bir köye götürebileceklerini söylediler. Büyük bir hevesle yola düştüm yine. Önce hediyelik eşyaların satıldığı bir pazara uğrayıp oradaki insanlarla sohbet ediyorum. Sonra balıkçı arkadaşlarıyla buluşuyorum. Günün sonunda içimin öfkeyle dolduğunu hatırlıyorum. Uzak değil dedikleri yer için en az 10 km yürüyoruz ve binebileceğimiz bir taşıtın asla geçemeyeceği kırsal bir yer. Timsah varsa bile suyun altına saklanmış ve ben sadece çok uzaktan su aygırlarının kafasını görüyorum. Meğer onlar da daha önce hiç gelmemişler buraya. Hem öfkeleniyorum hem de hayal kırıklığı yaşıyorum. Bir de gezinin sonunda benden para isteyince daha da şaşırıyorum. İnsanlara kanmamak elde değil. O an çok sinirlendiğim bu deneyime şimdi gülüp geçiyorum tabi. Hatta yol boyunca tek tük rastladığımız insanların yaşamına azıcık göz atabildiğim için mutlu bile hissediyorum kendimi. Hiçbir şeyin ortasında yaşamak… Tüm kaynakları kendi emekleri. Evlerini yuvarlak bir şekilde kendileri yapmışlar topraktan, üzerini de palmiye yapraklarıyla örtmüşler. Yanına ahır eklemişler. Ağacın kuru dallarına emeklerini katıp bahçelerini çevrelemişler. Susadığımız da bize su değil de bir ağacın kökünden elde ettikleri bir sıvıyı ikram ediyorlar. Kenya’da içecek su temin etmek sıkıntı. Kendi dünyamda bir benzerine rastlamayacağım bu hayatlara rastlayınca zenginleştiğimi hissediyorum.
         
Tüm dünyası kendisidir adamın...
Karpuz alıp eve geçiyorum. Benjamin ve Paul ayrılmak üzereler Mombasa’ya gitmek için. Ben de Lamu’ya geçmek istiyorum ancak Somali’den gelen bazı saldırılardan  dolayı güvenlik sağlamak için Lamu’ya gece otobüsü  yokmuş. Bu da 2 günümün yolda geçmesi anlamına geliyor. Ben de kararımı değiştirip Nairobi’ye doğru yola çıkıyorum. Ivy işte olduğu için onunla vedalaşamadan, kendisini çok da tanıyamadan ayrılıyorum ordan.

                                                  NAİROBİ- NAKURU-THİKA
Nakuru'da tuvale döner evlerin duvarları
             Nairobi bambaşka bir dünya. Kapısını azıcık aralayıp da şöyle bir baktıktan sonra hemen kaçmanız gereken bir yer. Kaosun kendisi Nairobi. Sanki biri bu kentin ayarlarıyla oynayıp bozmuş da her şey rayından kopuvermiş. Kalabalık, insanlar, koşturmaca, trafik, aniden karşınıza çıkabilecek her türlü araç, merhaba diyip kolunuzu tutan birileri, hırsızlık, soygun, korku, güvensizlik, tedirginlik… İnsanı yoran bir kent. Nüfus bu kente yoğunlaşmış, pek çok insan iş bulmak için ailesini, memleketini bırakıp buraya göç etmiş. İnsanlar çalışmak için yaşamaya ara vermişler sanki. Dur düğmesi olmalı bu kentin. Arada basmalı o düğmeye derin bir nefes alabilmeleri için, şöyle durup etraflarına bakabilmeleri için.
Lake Nakuru National Park
               Nairobi’ye karşı Nihir yetiyor bana kendimi güvende hissetmem için. Nairobi ne kadar korkutucu ve güvensizse, Nihir de o denli koruyucu ve güvenilir. Hintli bir arkadaşım, Nihir. 10 yıl önce tek başına gelmiş Kenya’ya çalışmak için. Bir deterjan fabrikasında yönetici. Hani bazıları doğuştan bu beceriye sahipmişçesine kendilerinin bir parçası gibi gördükleri başkaları için yaşar ya işte Nihir de kendisine az rastlanır böyle insanlardan biri. İyiliği karşısında küçülüyorum, un ufak oluyorum sanki. Beni karşılamaya geliyor terminale. Ben 2 saat gecikince o da işe gidiyor ve şoförü William’ı yolluyor bu defa. Bir gün içerisinde başka bir hayata damlıyorum bu kez. Nihir’le akşam Sofra’ya gidiyoruz İskender yemeye. Tadı beklediğim kadar lezzetli olmasa da keyfime diyecek yok sonunda şevkle yiyeceğim bir şey bulduğum için. Nihir, William’ın beni nereye istersem oraya götürebileceğini söylüyor.
Lake Nakuru
Bir sonraki gün William beni Nairobi’ye 3 saat uzaklıktaki Nakuru Gölü’ne götürüyor. Giriş Kenyalılara 10 dolar iken yabancılara 80 dolar. Doğu Afrikalı olduğuma ikna etmeye çalışıyorum onları ama bir işe yaramıyor.  Ücreti ödeyip safarimize başlıyoruz yine. Nakuru Gölü flamingolarla ünlü. Üzerinde o kadar çok flamingo olurmuş ki pespembe görünürmüş göl. Oysa biz yanlış bir dönemde gitmişiz. Sadece birkaç tane flamingo görebildik göl kenarında. Her ne kadar gölün göz alıcı bir manzarası olsa da Masai Mara’dan sonra gereksizmiş aslında buraya gelmek. Benzer hayvanların peşine düşüyoruz yine. Ama olsun ömrümde hiç şoförüm olmamıştı. Bunu da tatmış oldumJ
        
Naftal’ın okulunu ziyaret ediyorum bir gün sonra. İçinde yüzme havuzu, devasa boyutta oyun alanı ve pek çok olanağı var. Naftal’ın minik öğrencileriyle tanışıyorum. 3 ve 4. Sınıf öğrencileri. Hepsi İngilizce’yi çok akıcı konuşuyor. Tüm okullarda eğitim dili İngilizce zaten. Yarınki Müzik Şenliği’ne hazırlanıyor öğrencileri. Şarkılar, danslar… Özgüvenlerine, becerilerine hayran kalıyorum. Bu ülkeden ayrılmadan ülkenin bu yüzünü de görüyorum. Evinde suyu, elektriği, tuvaleti, banyosu olmayan insanlar bir de varlıklarını saymanın dilimizi yoracağı insanlar. Hepsi aynı topraklarda, aynı dilde, aynı havayı soluyor.
              
Naftal'ın öğrencileri
  Karen Blixen müzesini ziyaret ediyorum. Giriş 10 dolar. Görevliye seyahatimin ve paramın da bitmek üzere olduğunu, bunun için indirim yapıp Kenyalı olmasa da en azından Doğu Afrikalı tarifesini uygulamasını rica ediyorum. Hemen ikna olunca seviniyorum. Sonra bana bilet vermeyince anlıyorum ki cebe atmışlar parayı. Yolsuzluğa sebep olmak huzursuz ediyor beni. Huzursuzluğumu bir kenara itip Karen’ı tanımaya çalışıyorum. 1885’te Danimarka’da doğan Karen, Baron Bror-Blixen ile evlenip 1910’lu yıllarda Kenya’ya yerleşiyor kahve tarımı yapmak için. Kendisinden frengi hastalığına kapıldığı kocasıyla mutsuz bir evlilik yaşar. Baronun arkadaşı olan maceracı avcı Denys Finch Hatton’la tanıştığında ona aşık olur. Yalnızlığı azalır bir nebze de olsa. Karen, en çok öykü uydurur. Gelen misafirlerine öyküler anlatır. İyi bir anlatıcıdır ve sonra kitap da yazar takma bir adla. Toprak, kahve üretimi için verimsiz olduğundan Karen iflas eder ve her şeyini satıp Danimarka’ya döner. Yıllar sonra Danimarka Karen’ın evini satın alıp müze olmasını sağlar. 13 yıl geçirmiş Karen bu evde. Kenyalıların değer verdiği bir kadın... Onlar için okul yaptırmış döneminde. Eski narin mimarisi ve antik eşyalarıyla kocaman bir bahçenin içindeki ev kesinlikle görülmeye değer. O bölgeye de kendisinden dolayı Karen ismi verilmiş. Çoğunlukla beyazların yaşadığı şehrin en varlıklı kısmı. Çalılarla çevrili bahçelerden evleri görmek bile mümkün değil. Burası Nairobi’den kopup başka bir yere akıyor sanki. Tertemiz, yeşil ve sakin bir hava…
             
Karen Blixen'ın evi
  Akşam şehre dönüyorum. Eve gitmek için binmem gereken matatuyu ararken burnumda bir koku boğulurcasına. Herkes kaçışıyor. Korkuyorum. Ben de kaçanlara eşlik edip en yakın binaya sığınıyorum. Herkesin gözünden yaş geliyor, öksürüyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Meğer polisler arada sokak satıcılarını dağıtmak için göz yaşartıcı gaz sıkıyormuş. Hayret ediyorum. Kaçacak yer bulamayan ya da koşmaya gücü yetmeyen birinin ölümüne sebep olabilecek kadar kuvvetli gaz. Yaşam ucuz burada, pek kıymeti yok.
            
Matatuya binip eve geçiyorum. Nihir’le şık bir lokantada harika bir pizza yiyoruz. Bir sonraki gün de 14 Falls’ı (şelale)  görmek için Thika’ya gitmeyi planlıyoruz. Sabah Nihir’in iş yerini ziyaret ediyorum. Sonra yola çıkıyoruz. Thika’da nehir kenarında çocuklara rastlıyoruz. Yanlarına gidiyorum ben. Bazıları çekinip kaçıyor benden. İçlerinden biri İngilizce konuşabiliyor sadece. Evden çamaşırlarını toplayıp kirli nehirde yıkıyorlar ve kurutup öyle dönüyorlar evlerine. Alışıyorum artık bu görüntülere. İçimi acıtmıyor çok. Nihayetinde o çocuklar, herhangi bir çocuk gibi hissediyor yine. Farklı bir yaşamın olduğundan bihaberler. Kirli nehre girip oynuyorlar, şakalaşıyorlar. Benim kir gördüğüm nehirde onlar oyun yaratıyorlar, yıkanıyorlar, temizleniyorlar. Mutluluğun bunlarla ilgisi yok bence. Mutluluk bunlardan bağımsız bir şey olsa gerek. İçimizde! 

                Yola devam edip şelalere varıyoruz. Fabrika atıkları mahvetmiş suyu, şelalerin döküldüğü yerde kimyasallardan oluşan köpükler uçuşuyor. Kim umursar? Biz bir kenara çömelmiş izlerken insanlar suyun içine dalıp eğleniyorlar. Az ileride minik bir çocuğa rastlıyoruz. Minik çocuk, bir bebeği sırtlamış eve götürüyor. Bebek işemiş altına, ordan sızmış onu taşıyan çocuğun pantolonuna. İşte benim yetiştiğim dünya bana bunları görmeyi öğretti. Bunları görmeden edemiyorum. Şelalenin kirli olduğunu, bebeğin altına işediğini, elbiselerin yırtık, ayakların toprağa çıplak bastığını… Gözlerin pek görmeye alışkın olmadıklarını görüyorum.
           Kenya… Uzak şimdi bana. Sahiden gittim mi oraya, gördüm sandıklarımı gördüm mü gerçekten? Hayalle gerçek arası bir düş benim için. Bir daha kapılarını kolay kolay açamayacağım, hep şaşırarak ve büyülenerek hatırlayacağım ülke! 

Hiç yorum yok: