KARADAĞ
Başkent: Podgoritsa
Nüfus: 621.081 ( % 45 Karadağlı, % 29 Sırp, %12 Boşnak, % 5 Arnavut ve % 1 diğerleri)
Yüzölçümü: 13.812 km²
Para Birimi: Avro
ULCİNJ
Hostelimizden Ulcinj'ye bakarken
Prizren’den bir gece vakti, 2006’da bağımsız olan Karadağ’ın güneyine, Arnavutluk sınırında olan Ulcinj kentine gitmek için otobüse biniyoruz 15 avro ödeyip . Koltuk numaralarının belirtilmediği biletlerden dolayı, biraz da bizim gecikmemizden en arkadaki koltuklara geçmek zorunda kalıyoruz. 5 saat süren berbat bir yolculuk bekler bizi. Arnavutluk’tan geçeriz Ulcinj’ye, bu yüzden bitmez pasaport kontrolleri ve sürekli uyanmak zorunda kalırız azıcık daldığımız uykudan. Gün ağarmasına birkaç saat kala varırız terminale. Gidecek hiçbir yerimiz yoktur o saatte ve terminalin içine sığınıp uykuya veririz kendimizi gün aydınlanıncaya kadar.
Gün ağarır ve biz bir taksiyle anlaşıp şu an ismini hatırlayamadığım bir hostele gideriz. Adriyatik denizine tepeden bakan güzel bir hostel. Hostelde ilk işimiz yarım kalan uykumuzu tamamlamak sonra da karnımızı doyurmak.
Arnavut nüfusunun ağır bastığı Ulcinj deniz tatili için gidilebilecek yerlerden biri. Biz de günün çoğunu tertemiz denizde geçiriyoruz. Plaj tıklım tıklım dolu, insanlar birbirinden ayrı gruplar halinde değil de tüm plaj bir toplulukmuş gibi görünüyor. Öyle dip dibeler. Şehir dağlara basamak yapılmışçasına yükseliyor, yokuş tırmanmak gerekiyor hep. Ardı ardına yükselen beyaz evler ve bir de bu evlerin bahçelerinde asmayı andıran kivi ağaçları çok yaygın. Sonra fark ediyorum ki sadece Ulcinj’de değil diğer kıyı kentlerinde de çok yetişiyor kivi.
![]() |
Ulcinj'de bir gece vakti |
Akşam vakti kaleye çıkıyoruz. Kale içerisinde yer alan müze bölümünde opera performansına denk geliyoruz. Genelde orta yaşlı, pek şık giyinmiş olan insanların arasında yer buluyoruz biz de kendimize. Yarım saat dinliyoruz operayı sonra usulca kaçıyoruz oradan ve kaleden süzülüyoruz aşağıya doğru. Kalenin içi eski tarz taştan yapılma balkonsuz dar ve dik uzanan binalardan oluşuyor. Bu binalar da otel, lokanta, kafe ya da hediyelik eşyaların satıldığı dükkânlar olarak kullanılıyor günümüzde.
Kaleden şehir merkezine doğru yürüyoruz. Caddeler nehir gibi akan insan kalabalığına yatak oluyor. Müzik sesleri dolduruyor her yeri. Kimi yerde sokak performansçıları. Prizren’in sükûnetinden eser yok burada. Bazen bir şehri tanımak için onunla yalnız karşılaşmalı insan, diye düşünüyorum. Gece vakti o kadar dolu ki şehir, ruhunu hissetmekte zorlanıyorum bu kentin.
BUDVA
![]() |
Budva Stari Grad ( Eski Şehir) |
Sabah erken kalkıp Karadağ’ın en çok turist çeken şehri Budva’ya gidiyoruz. 7 avro tutan otobüs bileti ve yaklaşık 2 saat süren yolculuk kıyı boyunca. Budva 2.500 yıllık tarihe sahip Adriyatik Denizi kıyısınca uzanan en eski yerleşim bölgelerinden biri.
Şehir merkezine çok yakın olan otogardan çıkar çıkmaz dairelerini kiralatmak için çıkışta bekleyen bir grup insanla karşılaşıyoruz. Hepsi sözleşmişçesine 15 avro istiyor günlük. Uzaklaşıyoruz onlardan. Caddelerde ‘SOBA’ yazısı dikkatimizi çekiyor, çok geçmeden öğreniyoruz ki ‘kiralık’ anlamına geliyor bu sözcük. Sonunda sahile 15 dakika yürüme mesafesinde bir hostel buluyoruz kendimize: Garden Hostel. Oraya da 15 avro ödüyoruz ama üzüm asmalarının gölgelediği büyük bahçesi ve çiçeklerle donatılmış balkonu, bir de tüm hostel sakinlerinin rahatlıkla kullanabileceği mutfak ve salonla evimizde hissediyoruz kendimizi. Ayrıca, bedenimiz göçebe hayata artık dayanamıyor olacak ki yorgunluğumuz gün yüzüne çıkıyor iyice ve karar veriyoruz Budva’da 2 gün kalıp dinlenmeye.
Budva’nın ne kadar turistik olduğunu anlamak için sahil boyunca kısa bir yürüyüş yapmak yeterli. Dibi taşlı denize rağmen pek çok kişiyi cezbeden bir yer. Gündüzü denizde geçirdikten sonra Stari Grad’a( Old Town, Eski Şehir) geçiyoruz. Ulcinj ile kıyaslandığında çok daha büyük buradaki Eski Şehir. 5 kapısı olan, etrafı surlarla çevrilmiş, içinde şehir kalesi ve müzesiyle konserlerin ve diğer kültürel etkinliklerin düzenlendiği bir yer. Orta çağa yolculuk yapıyormuşum gibi hissediyorum kendimi sokaklarda adım adım ilerlerken. Taştan yapılmış, Venedik tarzda pencereleriyle dik, yüksek evler uzanıyor önümüzde. Kimi yerde karşılıklı dizilmiş evler o kadar yanaşıyor ki birbirine her iki evin duvarına ip bağlayıp güzel bir salıncak yapılabilir diye düşünüyorum! Keşke diyorum bir yerden küçücük bir pencere açılsa ve ben başımı yanaştırıp görsem şu an tamamen turizm için yaşayan turist kolonisinin istilasına uğramış, kendimize yetecek nefesi bulmakta zorlandığımız bu Eski Şehir’de insanların nasıl yaşadığını. Geniş yakalı, vücutlarını üçgen gösteren, ayaklarına doğru genişleyen ipek kıyafetleriyle sokaklardan süzülen, örgülü saçlarını topuz yapmış kadınlar ve erkekler kare görünümünü veren kaba, gösterişli kıyafetleri ve şapkalarıyla… Sonra kendimi koyuyorum o insanların tam da ortasına şu anki halimle ve her şey donakalır o an. Koca bir mıknatısla çekmişçesine tüm bakışlar bana yönelir. Nasıl ki ‘Tanrılar Çıldırmış Olmalı’ filminde uçaktan fırlatılan bir Coca-Cola şisesi, onu daha önce hiç görmemiş kabileyi hayrete düşürür, insanlar da aynı şaşkın gözlerle bakıyor bu kendilerinden olmayan varlığa. Sahnenin bu kısmında başımın tehlikeye gireceğini düşünüyor olacağım ki gerçek dünyaya dönmeye karar veriyorum.
16. yüzyılda kısa süreliğine Osmanlı topraklarına katılan bu kentin Eski Şehrinden ayrılıp bambaşka bir dünyaya geçiyoruz. Kıyıya yanaşmış çok lüks tekneler ve yatlar, sokağa kurulmuş müzik grupları, cadde boyunca barlar ve kafeler… Hayatı özellikle gece yaşamak isteyenlerin uğrak yeri. Oysa biz dünyada bazı kapıların hiç aralanmaması gerektiğine inanarak hostelimize gidip geceyi uykuya teslim ediyoruz.
Yeni günde şehirden 10 km uzakta olan Sveti Stefan adasına gidiyoruz. Sık aralıklarla 1.5 avroya gidiyor otobüsler şehir merkezinden. Oysa biz 7 avroya yine taksiyle gidiyoruz. Adaya önce tepeden bakıyoruz. Eski Şehir’deki evlere benziyor oradaki yapılar da. Yokuştan inip karşısına çömeliyoruz adanın. Adaya ancak karşıdan bakabiliyoruz çünkü ada bir otel grubuna satılmış ve oraya girmek için güvenlikten geçmek gerekiyor. Küçücük mekânda sınırlar koyabiliyoruz kendimiz ve diğerleri arasına, ayrı dünyalar yaratabiliyoruz. Zenginler neden yaşadıkları dünyanın içine kapatır kendini surlarla çevirerek, neden kaçar diğer insanlardan? Görmeye mi tahammül edemezler diğerlerini yoksa kaldıramazlar mı diğerlerinin onların bu şatoda süren yaşamlarını görmesine? Ayaklarımın bastığı yerde olmaktan mutluluk duyarım. Giriş çıkışların serbest olduğu, özgür, sınırsız ve gerçek bir dünya bizimki. Adaya uzaktan bakmak güzeldir sahiplenmeden. Adanın ardından bir parka doğru yürüyüş yapıp doğanın tadını çıkarıyoruz.
Bir sonraki gün Karadağ’ın bir başka güzel şehri Kotor’a geçeriz.
KOTOR
![]() |
Çok yükseklerden Kotor'a bakar iken... |
Budva Kotor arası 40 dakika sürüyor ve 3,5 avro tutuyor. Yarım saatte bir otobüs kalkıyor. Planımız Kotor’u gezdikten sonra gece orda kalmayıp Mostar’a geçmek. Oysa otogara vardığımızda öğreniyoruz ki Mostar’a gece otobüsü yok ve zaten Kotor’dan kalkan otobüsler Türkiye’den vize isteyen Hırvatistan üzerinden geçiyor. Biz de planımızı değiştirip akşam tekrar Budva’ya dönüp oradan
geçmeye karar veriyoruz Mostar’a.
Resim yazısı ekle |
Our Lady of Health Kilisesi |
Çantalarımızı otogarda emanetçiye teslim edip UNESCO’nun Dünya Mirası Listesinde yer alan Kotor’u keşfe koyuluyoruz. Kotor, tarihi bir doğal liman kenti. Birbirine dar boğazlarla bağlı dört koydan oluşuyor ve kıyıdan dik uzanan dağlar tamamlıyor manzarayı. Kotor’u daha çok seviyorum Budvadansa. Sanırım Kotor, Budva’nın aksine yetersiz plajıyla deniz tatiline pek fırsat yaratmadığından kurtulmuş büyük bir istiladan ama yine de kıymetini bilenlerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değil.
Eski şehre yöneliyoruz bir kapıdan girerek ve daha büyük bir alana yayılan bu şehir gördüklerim içerisinde beni en çok etkileyeni oluyor. Lakin eski şehre kapısından girdiğimizde bizi çok üzen bir manzarayla karşılaşıyoruz. Aralarında uzun dik merdivenlerin uzandığı iki apartman; bu apartmanlardan birinin penceresine bağlı bir anten ve bu antenin teline ayaklarındaki bağla dolanmış baş aşağı sarkan bir güvercin, üzerindeki kan izleriyle... Bir adam, elindeki sopayla ona uzanıp kurtarmaya çalışan. Ne olacağını görmek için toplanan insan grubu bir de onlara eklenen biz. Zaman geçiyor, güvercin hala baş aşağı asılı, adam yoruluyor, pes ediyor, bırakıyor güvercini, insanlar da dağılıyor yavaş yavaş bir şeyi değiştiremeyeceğini kabullenerek. Biz de devam etmek istiyoruz yolumuza ama ben bırakamıyorum güvercini. Arkadaşlarımla sonra buluşmak üzere ayrılıyorum onlardan. Antenin bağlı olduğu dairede kimsenin olmadığını biliyorum ama bir kere daha denemek istiyorum şansımı. Ses yok. Bir başka dairenin kapısını çalıyorum. Yaşlıca bir hanımefendi. Aynı dilde konuşamasak da anlıyor beni. İtfaiyeyi arayabileceğini anlatmaya çalışıyorum. Arıyorlar. Bir güvercin için gelemezmiş itfaiye. Üzülüyorum, ikna olmuyorum. Hayatım boyunca kim bilir ne kadar çok görmezden geldiğim, düzeltmeye çalışmadığım ya da sadece uzaktan seyrettiğim hatta kendim sebep olduğum acı ve haksızlık varken bırakamıyorum bu güvercini. Bu güvercinle çıkarıyorum belki tüm günahlarımı. Bir merdiven basamağına oturuyorum ama kendimi o güvercin misali asılı düşünüyorum. Arada açıp kapanan gözlerine bakıyorum güvercinin. Onun yaşadığı acının bizimkinin yanında küçümsenmesini kabullenemiyorum. Bazen diyorum mesele, bir şeyleri değiştirebilmek değil sadece, anlamak aslında. Yılmaz Güney ne de güzel dizelere dökmüş zaten:
Bir güvercin ya da kevok... |
“Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili,
biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz acısını acımız yaptık çünkü.
Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı.
Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk...
Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili...
Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım.
Yaşamak ne güzeldir be sevgili...
Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek...
Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın...”
biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz acısını acımız yaptık çünkü.
Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı.
Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk...
Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili...
Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım.
Yaşamak ne güzeldir be sevgili...
Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek...
Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın...”
Kalbime bakmaktan, içindekileri görmekten daha doğrusu içinde bir şey görememekten korkuyorum. Yaşıyoruz ama hissetmiyoruz! Güçlü olmak için belki ya da acı çekmemek için. Karamsar düşüncelerden kurtulmaya çalışıyorum, bir de güvercin için şansımı bir kere daha denemeye. Başka apartman sakinleriyle de tanışıyorum ve onlar da arıyorlar itfaiyeyi ve sonunda ikna edebiliyorlar bir ‘minik güvercin’ için gelmeye. Kalbim ferahlıyor biraz ve aklım güvercinde arkadaşlarımla buluşuyorum. Şehirden çıkmadan kontrol ediyorum güvercini ve kalbim iyice rahatlıyor onu orda asılı görmeyince. Birileri çok yakınlarda bile yaşam mücadelesi verirken ben gezmelere devam ediyorum!
Kotor'da Eski Şehrin en büyük meydanlarından |
Kotor’un kalesine tırmanmak istiyoruz önce. Bir hevesle başladığımız bu tırmanma bize dayanılmaz geliyor bir süre sonra. Binden fazla dik basamaklar. Kaleye çıkıp inmek 2 saati buluyor. Hava çok sıcak, yol üzerindeki su satıcıları bile memnun etmiyor bizi. Sıcaklık, yorgunluk yarı yolda bırakıyor bizi. Kendimize yakıştıramasak da vazgeçiyoruz tırmanmaktan. Kaleden inenlerin çektiği fotoğraflara bakarak avutuyoruz kendimizi. Yorgunlukla çömeliyoruz ‘Our Lady of Health’ Kilisesinin önüne. Kilise 15. Yüzyılda yaşanan onca vebadan sonra adak olarak yapılmış. İnsanın içini ısıtan, gayet mütevazi, küçük, taştan yapılmış bir kilise. İbadethaneler gösterişten uzak olmalı diye düşünüyorum tıpkı insanlar gibi. Kale manzarasının buradan farklı olmayacağını düşünüyoruz. Eski Şehir uzanıyor ayaklarımızın altında ve körfez, bir de dağlar karşıdan bize bakan. Uçan bir halıda rüzgara teslim etmiş gibi hissediyor insan kendini ve uçan halının şehre konma vakti geliyor.
Eski Şehrin içinde gezinirken |
Eski Şehrin labirent sokaklarında geziniyoruz. Kimi yerde daralıp kimi yerde genişleyen sokaklar, bu sokaklarda pek çok kilise, kafeler, lokantalar, çeşmeler, bazıları rengarenk çiçeklerle donatılmış binalar ve diğer eski şehirlerin aksine burada, yüzyıllardır ayakta kalmayı başarabilmiş yapılarda yaşamını sürdüren insanlar var. Daha gerçekçi kılıyor bu şehri.
Yemek yemek üzere eski şehrin kapısından çıkıyoruz. Menümüzde çok lezzetli pizza var bu sefer. Budva’daki kadar çok seçeneğimiz yok burada. Yemekten sonra bir parkın çimenlerine uzanıyoruz ve karşımızda devasa boyutta bir yolcu gemisi. Büyüklüğüyle hayrete düşüyoruz. Sanki giderken peşinden bu küçük şehri de sürükleyecek gibi. Kamaralarını saymaya yelteniyoruz bir heves. Dönüş yaparken kıyılara çarpar mı diye heyecanla geminin ayrılışını izliyoruz şehirden. Sağ salim gidiyor gemimiz. Biz de son kez Eski Şehre uğruyoruz. Akşama doğru ayrı bir güzel şehir. Bir kafeye geçip dondurma yiyoruz iki kişi; diğer iki kişi yemek, içmek istemiyor hiçbir şey. Garson gelip onların kalkması gerektiğini söylüyor. Şaşırıyoruz biz, harfler bir araya gelip de bazı kelimeleri oluşturuyor ama bir karşılığı yok gibi bu kelimelerin bizim anlam dünyamızda. Sonra kelimeler dökülüyor suratımızdan aşağıya, ağzımıza geldiğinde iğrenç bir tat bırakıyor, kusuyoruz tadını kapitalizmin insanları getirdiği hale söverek. Uzaklaşıyoruz oradan.
Bosna Hersek’e gitmek için Budva’ya dönme vakti geliyor. Her şey gibi Kotor da anılarda yer buluyor kendine. Huzurun, mavinin, yeşilin ve güzelliğin şehri…
Bosna Hersek’e gitmek için Budva’ya dönme vakti geliyor. Her şey gibi Kotor da anılarda yer buluyor kendine. Huzurun, mavinin, yeşilin ve güzelliğin şehri…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder