Bu kez de bambaşka hayatlarla ya da
benzer hayatı yaşayan farklı kimlikte insanlarla tanışmak için yolumuz
Balkanlara düşüyor. Balkanlar, benim için gidilmesi gereken pek de cazip bir
rota olarak görünmedi hiç. Neyle
karşılaşacağımı az çok hayal edebiliyordum. Yaşadığımız ülkenin benzeri
ülkeler… Bir orta Afrika ya da Latin
Amerika ve Uzak Doğu ülkeleri daha çok cezb ediyordu beni. Yol arkadaşlarım
vizesiz, az masraflı, temiz, konforlu ve yakın bir yer isteyince Balkanlara
gitmeye karar verdik. Ne iyi etmişiz de gitmişiz. Aslında her ülke görülmeye
değer imiş!
Balkanlarda yolun kendisi o kadar muazzam ki nereye vardığınızın pek önemi yok. Yemyeşil dağlar, dağ eteklerine sıralanmış çoğu kiremit çatılı evler, yemyeşil nehirler gözünüzü kapatıp uykuya dalmaktan alıkoyuyor sizi. Sanki uzunca bir zaman başınızı cama dayayıp gözleriniz dışarıda, o mükemmel güzelliği seyre dalarken bir yandan yolla birlikte akan hayatınızı düşlemek keyif almanın en hoş yolu. Bir de Balkan ezgileri eklendiyse bu karenin içine oh değmeyin keyfime J
Ve yolculuk başlıyor. Dokuz kişi çıkmayı planladığımız geziye iki Kürt, bir Arap kökenli ve bir Türk olmak üzere dört arkadaş yollara düşüyoruz. 15 günlük yolculuğun ilk durağı Tiran, Arnavutluk.
Başkent: Tiran
Nüfus: 3.162 milyon (% 95 Arnavut, % 3 Rum ve % 2 diğerleri)
Yüzölçümü: 28.748 km2
Para Birimi: Lek ( 1 avro = 140 lek )
TİRAN
Öğleden önce havaalanına varıyoruz heyecanla. Çantaları alır almaz ilk işimiz elimizdeki Avroların bir kısmını Leke çevirmek. 1 avro 140 lek yapıyor. Otobüsü bekleyerek zaman kaybetmek istemediğimiz için taksiyle pazarlığa başlıyoruz şehir merkezine gitmek için. 18 Avroya anlaşıyoruz sonunda. Taksiye biner binmez seyre dalıyoruz şehri. Yolda karar veriyoruz rotamıza. Birkaç saat Tiran’ı gezip Makedonya’ya geçmeyi planlıyoruz. Bizden bir kaç gün sonra gelecek arkadaşımız için geri dönüp Arnavutluk’u öyle gezmeyi amaçlıyoruz. Oysa arkadaşımız vazgeçmek zorunda kalıyor ve biz gittiğimiz yollardan geri dönmemeye karar veriyoruz.
Arnavut Böreği |
Enver Hoca'nın Konağı |
Ulusal Park, yapay göl |
Asıl adı Gergi olan ve 1405–1468 yıllarında yaşayan İskender Bey, Arnavutların ulusal kahramanı. Şaşırtıcı bir yaşamı olmuş kendisinin. Babasının yönettiği bölge Osmanlının eline geçince kendisi rehin olarak verilir 2. Murad’a. Devşirilir ve ismi İskender olur. Yıllar sonra ülkesine kaçıp Osmanlıya karşı direnir. Meydana hem ismini vermiştir İskender hem de bir heykeli yer almaktadır tam ortada. Geniş caddelerin birbirine bağlandığı bu meydanda Opera binası, Ulusal Müze, Ethem Bey Camisi ve Saat Kulesi yer almakta.
Zamanımız az olduğundan iki gruba bölündük cami ve kilise ziyareti için. Ethem Bey Camisini daha çok merak ettiğim için oraya yöneldim ben. Minik, mütevazı bir yapıya sahip Ethem Bey Camisi. Ülkenin en önemli sayılan ufak bu camisini Sultanahmet ya da Süleymaniye Camisiyle kıyaslamayı def etmeye çalıştım hemen kafamdan. Görmeye alışkın olmadığım iç duvarlarda resmedilen cami ve çiçek figürleri dikkatimi çekti. Üst kata kadın bölümüne ilerleyip biz de dua etmek için oturuverdik bir köşeye. Yanımızda kısa kol bir üst ve ancak diz kapağının altına gelen etek giymiş bir kadın dualara kaptırmıştı kendini. Sonra bizimle muhabbete girişti. Kızına bir yemekle büyü yapıldığını ve bu yüzden kısmeti kapandığını dillendirince arkadaşımla bakakaldık birbirimize. Sanki büyü bamşka bir âleme, ülkemize ya da Araplara hastı da burada duyunca bir yabancıya rastlar gibi olduk. Algılamamız da uzun sürdü çat pat İngilizce konuşan kadının dediklerini. Büyüyü bozabilecek kuvvetli dualar isteyince biz de ona Felak ve Nas’ı önerdik. Umarız tez zamanda büyücülerin nefesinden kurtulur kızı. J
Camiden çıkınca diğer arkadaşlarımızla buluşup otobüsümüzü aramaya koyulduk. Sorduğumuz her kimse farklı yerde durduğunu iddia ediyordu. Ne yapacağımızı şaşırdık. Bu şehir düzenli bir sistemin olmadığı bir belirsizlikler şehriydi. Sonunda bir adam bizi çekiştirip götürdü bir acentenin önüne. 10 Avro olduğunu bildiğimiz bileti 12 Avroya satmaya çalışınca başladık tartışmaya. Nafile… Hemen kalkacak olan otobüse binmekten başka bir çaremiz yoktu. Bir sonraki otobüs kim bilir ne zaman nerden kalkardı. Bileti alıp geçtik eski otobüsün koltuklarındaki yerimize. Varış noktamız Makedonya’nın Struga ilineydi.
Kızgınlığımızla tüm Arnavutları genelleyip kötülemeye fırsat vermedi yolculuğumuz. Otobüste bizimle muhabbet kurmaya çalışan şirin insanlarla karşılaştık. Bir de tüm Balkan gezisi boyunca telefondan arkadaşıma yolladığı leziz yemek fotolarıyla bizi yalnız bırakmayacak Abdullah Abi ve eşi Hüsnüye Abla… Dönemeçli yollara ve eski otobüse rağmen manzaranın keyfini çıkarmanın vaktiydi yine. Karnım acıktı, canım cips çekti… İç sesim dışıma taşınca hemen çantalardan çıkarılan yiyeceklerle Abdullah ağabeyler devreye girdi. Yine çocuk yanım devreye girmişti. Başladım şımarıklık yapmaya. Sonra dağla nehrin yan yana uzanıp yeşile boyadığı harika bir yerde verilen mola, içilen çay ve kahveler, kahkahalar ve yemek üzerine sohbetler. Tekrar otobüse binince karanlık çöker bir de uyku. Boş koltuklara geçip uyumaya kıvrılırım ben. Ta ki bizimkiler Struga’ya vardığımızda beni dürtene kadar. Böylece aynı günün sonuna doğru Makedonya maceramız başlar! Ama benim içimde, sadece Tiran’dan ibaret kalan Arnavutluk’u gezememenin üzüntüsü. Kim bilir kuzeyi nasıldır bu memleketin? Dağları, göllerinde neler bekliyordu beni, bana pek bir şey sunmayan Tiran’ın aksine…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder